Kendi geçmişimden ‘huysuz gazeteci’ örnekleri

35
Reklam

Refahyol hükümetinin başlangıç aylarıydı. ‘‘İslamcılar iktidara geldi’’ yaygaralarının şaşkınlığa sebep olduğu Batılı ortamlarda sık yapılan uyarı amaçlı toplantılardan birine katılmak üzere yurtdışındaydım. Telefon sokakta yürürken geldi. Başbakanlıktan arandığımı söyleyen biri, beni tanıdık bir sese bağladı.

O ses söze ‘‘Başbakan da yanımda, seninle o konuşmak istiyor’’ diye başladı. 

RTÜK üyelikleri için seçim yapılacakmış, Refah Partisi’ne düşen kadro için benim üzerimde mutabakat sağlamışlar.  

Başbakan Necmettin Erbakan bu görevi bana ‘‘Hadi hayırlı olsun, o görevde iyi hizmet yapacağınıza inanıyoruz’’ cümlesiyle tebliğ ettikten sonra yine o çok iyi tanıdığım sesle beni muhatap etti.

Şaşırmış, yabancı ülkenin sokak ortasında aldığım teklifi yapan başbakana ne diyeceğimi bilememiştim.

Sesin sahibi değişene kadar geçen birkaç saniye içerisinde ise kesin kararım oluşmuştu.

Abdullah Gül’e neden o görevi kabul edemeyeceğimi birkaç cümleyle anlattım. Meslek hayatımın büyük bölümü kalem kavgalarıyla geçmişti ve ben taraftım; RTÜK gibi medya hakemliği sayılabilecek bir göreve gelecek kişinin medyada tarafı belli biri olmaması gerektiği düşüncesindeydim.

Muhatabımda beliren hayal kırıklığı konuşmayı dinleyen diğer seslere de yansımaktaydı.

Reklam

Aday adaylığı adaylığımı oracıkta kesin bir dille reddettim.

Refah Partisi adına o seçimde RTÜK’e benim öngördüğüm şarta uygun bir aday gösterildi ve seçildi. Sonraki birkaç dönem daha başka partilerden de aday gösterilerek başarılı görevler yaptı o isim.

Bir tek gün bile kararımın yanlış olduğunu düşünmedim.

TRT’ye yeni kadro vesilesiyle

Konuyu aklıma TRT’e yönetimine yeni atanan isimlerle ilgili başgösteren tartışmalar getirdi. TRT’nin genç genel müdürü İbrahim Eren’in süresi sona ermiş, onun yerine yapılan atamayla birlikte TRT yönetim kurulunun üyeleri de değiştirilmiş.

Sabah göz attığım Cumhuriyet gazetesinde atanan kişilerin AK Parti’ye strateji üreten SETA kurumu ile irtibatını ele alan bir haber vardı. Atananlardan biri halen hükümette üye olan bir bakanın oğlu imiş…

Bu yazıyla, hem yeni genel müdür ile yeni yönetim kurulu üyelerine Erbakan üslubuyla hayırlı hizmetler dileyeyim hem de yıllar önce bana gelen teklife olumsuz cevap vermeme sebep olan düşüncemi kayda geçireyim istedim.

Aynı tornadan çıkmış görüntüsü veren yakınlıklar doğal değildir. Kendisini başka görüşlere kapatmış insanlar, hangi eğilimden olursa olsunlar, bağnazlaşırlar. Akıllı iş insanları üst düzey çalışanlarını kendilerinden farklı özgeçmişe sahip olanlardan seçerler. Pek çok patronun ‘‘Benimle aynı düşüncelere sahip birine neden bir de ücret ödeyeyim’’ dediği bilinir.  

Reklam

Kapalı toplumlar sorun yaratırlar. Toplumlarını kapatmak isteyen liderler de öyle.

Siyasilerin medyada kendi görüşlerine yakın kişileri hakim vaziyette görmeyi arzu etmeleri bize özel bir durum değil; neredeyse evrensel bir olgu bu. ABD’de Donald Trump döneminde siyaset-medya ilişkilerinde yaşananları bütün dünyayla birlikte bizler de izledik. CNN’e düşman oldu Trump, FOX News kanalını tavsiye edip durdu. ABD devletinin dünyaya erişen sesi olan ‘Voice of America’ (VOA) TV-radyo-ajans hizmetlerine kendisine yakın kişileri atadı…

Beyaz Saray’dan FOX kanalına küs olarak ayrıldı Trump.

İktidara yeni gelen Joe Biden VOA kadrosunu tarafsız bilinen isimlerle değiştirdi.

ABD örneğini andıran başka ülkeler de var.

TRT’den gelen teklife de ”Hayır” demiştim

Yaşananlardan yakından izleyenlerin çıkaracağı tek ders şu olabilir: İktidar çizgisinde oluşan medya en fazla iktidarda bulunanlara zarar verir. Yakınlık zaman içerisinde medyayı güvenilemez kılacağı için, oradan beklenilen desteğin fazla bir anlamı kalmaz. 

En iyisi, siyasilerin siyaset, medyanın da medya görevlerini kendilerinden beklenen tarzda yerine getirmeleridir.

Bugün ülkemizde medya güvenilmez kurumlar arasında yer alıyor.

Peki ya siyaset o anlamda ne durumda?

İşte bu soruya verilecek cevap siyaset-medya ilişkisinin yanlış zemine oturduğunun sonucuna işaret ediyor.

Onun sebebi farklı, ama benim bir de TRT’den aldığım teklifi kabul etmemişliğim var.

Tunca Toskay’ın genel müdürlüğü döneminde (1984-1988) onun yardımcılığını yapan Mehmet Turan Akköprülü program çeşitlemesine gitme kararlığını yerine getirebilmek amacıyla benimle de görüşmüştü.

Danışmanlık teklifinde bulundu Akköprülü.

Üzülerek kabul etmemiştim. Benim gözüm gazetelerdeydi, devletin kanalında görev almak o kapıyı kapatacağı için teklifine nazikçe olumsuz cevap verdim.

Birlikte aynı teklife muhatap olduğumuz o zamanlar yakınım iki kişi yıllarca kendisine danışmanlık yaptılar.

Fazlaca kuralcı mıyım? Evet galiba öyleyim. 

Refahyol iktidarının sonuna yaklaşılan günlerinden bir son örnekle bu anılar tünelini kapatayım.

28 Şubat’a giden süreç medyanın yol göstericiliğinde yaşandı. Hükümetin özellikle Refah kanadına gün göstermeyen bir medya ordusu vardı ve günlerim onlarla kalem kavgalarıyla geçiyordu.

Başbakan Erbakan’ın akşamında basınla buluşacağı gün muhalif bir gazetenin Ankara temsilcisiyle tesadüfen karşılaştım. Ayrılırken ‘‘Nasıl olsa akşam görüşeceğiz’’ cümleme bön bön baktığını görünce onun toplantıya davetli olmadığını anladım. Nitekim akşam Başbakanlık resmi konutuna gittiğimde yalnız ‘bizim basın’ mensuplarının çağrılı olduğunu gördüm.

Sustum mu? Hayır. Bunun yanlış bir yaklaşım olduğunu verilen ilk fırsatta davet sahibine ifade ettim.

Rahmetli Erbakan’ın söylediklerimden hiç memnun olmadığı yüzünden okunduğu gibi, bana verdiği cevabın şiddetine de yansımıştı.

Ne yapayım, ben böyleyim…

[Davet edilmedi diye başbakanla atışmayı göze aldığım o meslektaş AK Parti dönemine iyi uyum sağladı. Şimdi an ateşli -bazıları çok uzun- savunma ve tanıtım yazılarına o imza atıyor.]

ΩΩΩΩ 

Reklam

35 YORUMLAR

  1. Pelikan boğaziçindeki yalından uçmuş uçmuş gelip Süslünün 15 Temmuzda mafya ile birlikte bastığı TRT’ye konmuş. Yakında ağa babaları gümleyince de oradan uçup Man adasına giderler artık.

  2. Boğaziçi Üniversitesine atanan kayyım görevden alındığını Twitter’dan duyunca inanmamış tabii. Ama gerçek ortaya çıkınca hemen silmiş tepki tweetini.

    Bu öyle bir tek adam rejimi ki, istediğini göreve atıyor, atadığı kişiye bile söyleme ihtiyacı duymuyor (yolsuzluktan affedilen ticaret bakanı gibi), istediğini görevden affediyor, yine söyleme ihtiyacı duymuyor. İnsanların bir önemi yok artık. Bunu daha anlamayanlar var tabii.

    Eski rektör Bulu şükretmesi lazım, daha da rezil edebilirlerdi. Ucuz kurtardım deyip kendine başka bir kapı arasın artık. Ama bu sistemde o da zor. Bir kere o kapıya kapaklandın mı, artık başka kapı da açılmaz sana.

    Böyle bir sistemde yaşamak da hepimize nasip oldu işte. İleri demokrasi diyorlar. Kişilerin, tek bir kişi dışında, hiç bir öneminin olmadığı bir kapı kulluğu sistemi. Eskiden padişahlık diyorduk. Şimdi otokrat bilmem ne diyorlar. Hepsi aynı kapı.

  3. Sn Koru üyelik reddetmeniz konusunda sizi tebrik mi etmeli yoksa doğru olanı yapmanız gerekirdi ve yapmışsınız deyip geçmelimiyiz.
    Ülkenin sıkıntısı her dönemde birilerinin yapması gerekenleri yapmadığın dan dolayı sıkıntı çekiyor ve geri gidiyoruz.
    Örneğin 28 Şubat’ta omzu kalabalıklar önünde esas duruşta bekleyenler bugün hukugun guguk olmasından bahsediyorlar.Onlara davet geldiğinde neden reddetmediklerini sormak gerekir.
    İkinci örnek 15 temmuz gecesi pisirikca Bakırköy’de partilinin evinde bekleyip olayları seyreden in demokrasiden özgürlükten bahsetme hakkı var mı acaba.
    Bunlar gibi onlarca örnek yazabilirim.
    Aslolan gerektigin de hayır demesini veya dik durmasını bilenlerle geleceğe doğru yürümektir.
    Laf üretmek eleştiri yapmak memleketimizde oldukça yaygın maalesef.

  4. Sayının korunun en sonda bahsettiği kişi
    [Davet edilmedi diye başbakanla atışmayı göze aldığım o meslektaş AK Parti dönemine iyi uyum sağladı. Şimdi an ateşli -bazıları çok uzun- savunma ve tanıtım yazılarına o imza atıyor.]
    her kimse helali hoş olsun ona;
    belli ki eski türkiyenin çiftestandartlarından iyi ders almış ve bugünkü özgürlükçü ortamın hakkını vermeye çalışan bir basın emekçisiymiş kendisi. Hayret, halbuki güdük bir basın mensubunun öncelikle nankörlük etmesi beklenirdi…

  5. 2001 yılında mecliste AKPden mv seçilerek TBMM Adalet Komisyonu başkanı olan Köksal TOPTAN a “neden muhalefetten birini örneğin Şükrü ELEKDAĞ ı
    TBMM başkanı seçmediklerini” sorunca iğne batırmış gibi tepki verdi.
    Ben de “farklı parti olduğunuzu iddia ediyorsunuz, bu nedenle farklılığınızı söylemden ziyade eylem ile göstermelisiniz, bunun için çok büyük bir fırsattı, üstelik bir(1) mv bile kâra geçecektiniz, ELEKDAĞın en yaşlı üye sıfatı ile meclis açılış konuşmasını kaç mv yapabilir, kritik konularda siyasi de davranmayacağını düşünüyorum, gerginliği azaltacak, uzlaşma adına çok büyük bir fırsattı” demiştim.
    Daha sonra Anayasa değişikliklerinde muhalefetin desteğine çok büyük bir ihtiyaç oldu.
    Hatta bir(1) milletvekiline bile ihtiyaç oldu.
    Artık;
    farklı olan “düşman”
    farklı düşünen “vatan haini”.

    • hocam siz bakmayın Hayrettin’in Gayretli gayretli savunduğuna hepsi birbirinden farklı düşünüyor ve hepsi de birbirlerini hain olarak görüyor, birbirlerinin kuyularını kazıyorlar. ben böyle görüyorum, radyolarda, televizyonlarda, gazetelerde… tek kutsalları olan ‘Devlet’te birleşiyorlar görünseler de esasen hepsi de ‘Devlet’in altını oyuyorlar.

      birilerinin yapmaya başlaması lazım. yani demek istediğim Ak partiye muhalefet olarak Hulusi Akar, Hakan Fidan, Süleyman Soylu, Mehmet Ağar, Şansal Atasagun, Devlet Bahçeli ve Doğu Perinçek yeter bence. yoksa gene yanılıyor muyum, Hepsi bir Erdoğan etmiyor mu yoksa!

  6. 28 Şubat Darbesi

    Henüz Refahyol hükümetinin görevi bırakmadığı, ancak darbecilerin tüm sacayaklarının (ordu, siyaset, sermaye, medya vs.) şiddetli bir biçimde darbe baskısı ve çağrısı yaptığı bir vasatta Fethullah Gülen, darbe yanlısı medyaya mülakat verir ve arzu ettikleri manşeti kendilerine hediye eder.
    “”Beceremediniz Artık Bırakın””” 18 nisan 1997 hurriyet

    Rehafyol hükümetinin baskıyla ve postmodern bir darbeyle görevden uzaklaştırılması sonrası Gülen örgütünün medya organı Zaman Gazetesi, darbecilerin tayin ettirdiği darbe hükümetini “Hayırlı Olsun” manşetiyle karşılıyordu. 30 Haziran 1997 zaman

    Fethullah Gülen, 1997’nin mart ayında örgütüne ait medya organında (Özsoy ve Öke) 28 Şubat kararlarının ne muhtıra ne de darbe olduğu, sadece bir tavsiyename niteliğinde kararlar olduğu, bu kararlarla askerin darbe girişiminde bulunduğu yönündeki söylemlerin askeri suçlamak olduğu ve böylesi bir suçlamayı doğru bulmadığını beyan eder:
    **** …Dış yapısı itibariyle [28 şubat] kararlar[ın]a bakılınca bir muhtıra şeklinde de yorumlayabilir bazıları. Ben şahsen öyle yorumlamak istemiyorum. Öyle yorumlamamak için de bazı sebepler var. Bunun kitaplardaki yerini aramaktan ziyade 12 Mart muhtırasına muhatap olan insanlardan biri olarak yaşadım, gördüm. Muhtıra muhtıraydı. Doğrudan doğruya devletin dışında, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın dışında, Bakanlar kurulunun dışında, devlete tavsiye şeklinde değil, doğrudan doğruya bazı şeyler gönderdiler ki, devlet tecrübesi olan Cumhurbaşkanı devleti devretti. Bu millet, avam halk bile muhtıranın ne olduğunu gördü. 

    Oysa burada belli ölçüde Milli Güvenlik Kuruluyla, Dâhiliye Vekili ve Hariciyeden insanlar var. Devletin başındaki insan başbakan var. Oturuyorlar bunlar aralarında konuşuyorlar, Türkiye’nin bir krize doğru kaydığını müzakere ediyorlar. Bazı aşılmaz problemler ve ileriye matuf endişe verici bazı şeylerin söz konusu olduğu kararına varılıyor ve sonrasında ortaya bir tavsiyename çıkıyor. Bir tavsiyename diyoruz. Bu tavsiyenameye orda herkes imza atıyor, bir ikisi de sonra atıyor. İmzayı geciktirmede kendi açılarından bir mülahazaları olabilir… Burada tavır koymadan daha ziyade, Jan Jaqoues Rousseou mülahazasıyla yaklaşacak olursak Güvenlik Kurulu İçtimai Mukavelesi denebilirdi. Yakışıksız bir şey oldu ama karşılıklı oturup bazı şeyleri görüşmüşler ve mukaveleye imza atılmış.

    Bu mukavelede ele alınan tavsiye kararlarını bu açıdan ben şahsen muhtıra şekliyle algılanmasını telif edemiyorum. Niçin bu işin üzerinde bu yorumlarla duruluyor, askeriye muhtıra verdi diye suçlanıyor? Ben bunu yanlış buluyorum.

         
    Gülen, aynı dönemde darbe kararlarının ve darbecilerin medya ayağını oluşturan Kanal D’de Yalçın Doğan’a (1997) verdiği mülakatta MGK kararlarını dayatanların sorumluluk bilinciyle hareket ettikleri, bu nedenle yaptıklarından dolayı masum oldukları, hatta bu kararlara içtihat mantığıyla da yaklaşılabileceği ve darbecilerin isabet ettilerse iki sevap, etmedilerse bir sevap alacaklarını ifade eder:

    Soru: MGK kararlarının siyasetteki yeri nedir sizce? Cevap: … Mesela şimdi onlar da şöyle düşünüyorlarsa, biz burada milli güvenlik, milletimizin güvenliğini şayet koruma mevkiinde bulunuyorsak ister gerçekten öyle olsun ister bizim içtihatlarımıza, algılamalarımıza göre şu gelişmelerde rejim için şayet bir tehlike ise bizim sorumluluğumuz altındadır bunlara müdahale etmek. Müdahale etmediğimiz zaman tarih önünde suçlu oluruz mülahazasıyla hareket ediliyorsa meseleyi böyle algılıyorsa bana göre onlar masumdurlar. Eğer işin içinde bir hata varsa bu içtihat hatasıdır. Hatta fakihlerin mülahazasıyla da yaklaşılabilir, içtihattaki hatalar bir sevap kazandırır, isabet olursa iki sevap kazandırır mülahazası.

    31 agustos 1997-yasemin çongar ropartajı.
    Gülen, meşru hükümetin yönetimi devretmek durumunda kalması ve darbe hükümetinin kurulmasının ardından verdiği mülakatta da darbecilerin yaptığının kangren olmuş bir yaraya neşter vurmaktan ibaret olduğu, ülkeyi nizama ve intizama kavuşturduğu ve ülkenin bir uçurumdan geriye döndüğünü belirtir: Fakat tıpkı bir kangren olmuştu
    ****… Buna neşter vurma manasında bir şey yapıldı. Birdenbire böyle kaoslu bir durumdan, nizama, intizama, ahenge geçilmesi elbette pek mümkün değil. Fakat şu anda bir uçurumdan geriye dönülmüştür. Dilerim inşallah, birileri çıkıp içinden zor sıyrıldığımız o fasit dairenin içine milleti bir daha çekmez ****
    Gülen, ordunun anti demokrat olmadığını, anayasanın gereğini yaptığını, çok mantıklı davrandığını, hatta sivillerden daha demokrat olduğunu çok açık bir şekilde ifade eder:
    ****… Askerlerimiz bir yönüyle yaptıkları bazı şeylerden ötürü bazı çevrelerce, belki antidemokratik davranıyor sayılabilirler. Ama onlar konumlarının gereğini anayasanın kendilerine verdiği şeyleri yerine getiriyorlar. Hatta dahası, ben zannediyorum, onlar, bazı sivil kesimlerden daha demokrat. Biraz evvel arz ettiğim mülahazalar açısından herhalde onların temsil ettikleri kuvvet şu partiler arasında birbirini istemeyen insanların elinde olsa bir gece hızlı bir baskınla gelirler hasımlarını bertaraf ederler onun yerine otururlar. Kuvvet ellerinde olduğu halde. Fakat çok mantıki davranıyorlar. Çok muhakemeli davranıyorlar. Epey zamandan beri. His öne çıkmıyor burada ve kuvvet, güç gösterisi şeklinde öne çıkmıyor. Bana demokraside daha dengeli geliyorlar, o açıdan…**** Yalçın Doğan, 16 nisan 1997 kanal D

    Gülen, 28 Şubat kararlarından sadece bir ay sonra askerin tavrını şiddetle savunmakta ve darbeyi ‘”Eğer kötü niyetli olsalardı oturup da meseleyi altı saat boyunca konuşmazlardı, yumruğu masaya vurup bu iş böyle olacak der, çıkarlardı.” ifadeleriyle sahiplenmektedir. Buna ek olarak Gülen, ordunun çok yumuşak ve insaflı davrandığını, anti demokratik yollara başvurmadığını ısrarla vurgular:
    ****Askeriye gerçi gücü temsil ediyor. Gücün temsil edildiği yerde mantık, muhakeme tam kıvamına da ulaşmayabilir. İsteselerdi orada bu böyle olacak diyebilirlerdi. Oturup orada meseleyi altı saat müzakere etmezlerdi. Demek ki, devlet başkanının huzurunda meseleye çok yumuşak ve insaflıca yaklaştılar. Orada bir kısım tavsiye kararlarını ortaya koydular. Bu süre içinde tatbikini devlete bıraktılar. Yani demokratik yollardan problemler çözülsün istediler. Antidemokratik mücadelelere başvurmayı düşünmediler. Ben bunu böyle algılıyorum ****Özsoy ve Öke, 1997,zaman

    Gülen, 28 Şubat darbesini her açıdan tevil etmekte ve meşrulaştırmakta beis görmez. Gülen, MGK’nın (Milli Güvenlik Kurulu) gökten zembille inmediğini, anayasal bir kurum olduğunu, kanun dışı bir iş yapmadığını ve yaptıklarının anayasanın gereği olduğunu ifade etmektedir:
    ****Fakat şurası da bir gerçek ki milli güvenliğin hali hazırdaki konumu anayasal bazı esaslara dayandırılmıştır. Milli Güvenlik Kurulu, her şeyi aşarak, kanunları aşarak, parlamentoyu aşarak, anayasayı aşarak kendi kendine o konuma yükselmemiş, oraya gelip oturmamış ve millete karar yağdırmıyor yani, anayasal bir müessesedir. Anayasal bir müessese, anayasanın gerektirdiği yerde kendi konumunun gerektirdiği şeyleri yerine getirmeyi düşünür**** Yalçın Doğan, 1997 Kanal D

    Gülen, Ali Ünal’ın ve başka kimselerin iddia ettiğinin aksine darbelere karşı olmadığını, darbeleri büsbütün reddetmemek gerektiğini, darbelerin çok da isabetsiz olmadığını beyan etmektedir:
    ****Ama bazı durumlar olmuştur ki askeri müdahalelerin neşter vurması söz konusu olmayınca belki o kangren bertaraf edilememiş, o kanser aşılamamıştır. Türkiye’yi 12 Mart muhtırasına götüren dönemleri biliyorum. O dönemde gadre uğrayanlardan birisiyim. 12 Eylül dönemini de çok iyi biliyorum. Devlet memuruydum, vazu nasihat ediyordum. Herkes belli bir hevesin zebunu Türkiye’yi bir yerlere çekmek istiyorlardı. Ve çekilmişte olabilirdi 12 Eylül’de. Türkiye bir ejderin ağzına atılmış olabilirdi. Ve şimdi biz Asya’daki o devletler gibi perişan, derbeder, yıkık-dökük Rusya’nın vesayetinde bir hale gelebilirdik. Bu açıdan askerî müdahaleleri bütün bütün yadırgamak, bütün bütün isabetsizdir demek doğru değildir ama acaba demokrasi içinde askeri güç o dönemde anarşiyi aşamaz, kargaşanın önüne geçemez miydi? Terörü bertaraf edemez miydi? Bunları geleceğin sosyologları, felsefî tarihçileri değerlendirecek, hükümlerini verecek, yanlış iş yapanları efkar-ı ammede mahkum edecekler. Tarih de mahkûm edecek onları. O bakımdan o hususlara girmek istemiyorum****İnter Star TV, 6 Temmuz 1995

    • Gülen 28 Şubat’ta ordunun muhtıra verdiğini söylemenin ordunun günahına girmek olacağını, görünürde böyle bir şeyin olmadığını ve ihtimaller üzerinden konuşmamak gerektiğini söyler:
      ****Fakat insanların müzmeratına (günahına) girerek onları bir şeye mahkûm etmek doğru değildir. Muhtemellere hüküm bina etmek suizan kapısını açar. Ve muhtemellerle mahkûm edilmedik insan kalmaz. Bu açıdan buna muhtıra denmez. Muhtıra bir gücün başka bir tarafta iş yaptırması, birine karşı açıktan açığa bu yapılsın şeklinde tavır koymasıdır**** (Özsoy ve Öke, 1997).
      Gülen, ilkesel olarak darbelere karşı olmak şöyle dursun, adeta bir darbe uzmanı gibi darbe yöntemleri, zamanlaması ve zemini hakkında taktik bile verir. Gülen, darbelerin her zaman kötü niyetle yapılmadığını, darbenin kimi zaman bir gereklilik olduğunu, fakat herkesin darbe yapma becerisi olmadığını, bunun bir uzmanlık alanı olduğunu, ancak zamanının ve zemininin iyi hesaplanması gerektiğini şu sözlerle ifade eder:

      **** Darbeciler hep su-i niyetli (art niyetli) olmamışlardır. Güzel şeyler olmuştur. Fakat darbede çok önemli kayıplar da olmuştur. Bunların başında demokrasi inkıtaa uğramıştır. Bir sürü tecrübe, birikim heba olmuştur. O ölçüde tecrübe ve birikime sahip olmayan insanlar başkalarından beslenmek, sistemi çürütmek hevesine sahip olmuşlar. Oysa ki bu da bir uzmanlık sahasıdır. O açıdan darbe tam bir çözüm değildir. Darbe, çaresizlikte hekimin neşteri gibi, komplikasyonları da nazar-ı itibara alınarak yapılan bir mualecedir (tedavidir), Arap atasözü vardır. ‘Dağlama en son çaredir.’ Bütün mualeceler kullanılır, en son demir kızdırılır, basarlar. Bu bir yönüyle kader-denk noktasında bir değerlendirmedir. Bu götürebilir de, yerinde bırakabilir de**** (Özsoy ve Öke, 1997).

      28 Şubat darbesinin gerçekleştiği, icra edildiği ve en kasvetli yüzünü gösterdiği bir vasatta, verdiği mülakatta ordunun hiçbir zaman dine ve dindarlara karşı olmadığını, bu konuda kendisini oyuna getirmek isteyenlere karşı ordunun çok uyanık ve bilinçli olduğunu, kendisinin orduya inancının ve güveninin tam olduğunu ve hayatı boyunca ordunun dine karşı olmadığını göstermek için çabaladığını söyler:
      ****Soru: Orduya sızmaya çalıştığınız iddialarına cevabınız ne olacak? Cevap: Hayatımda hiçbir zaman orduya ters, ordu aleyhinde ve ordunun kabûllerine aykırı bir faaliyetim olmamış ki, orduyu faaliyetlerime engel görerek, ona sızmaya çalışayım. Asıl, Din’in her türlü tezahürüne karşı çıkıp, lâikliği ve Atatürkçülüğü dinsizlik şeklinde takdim edip, kendi emelleri istikametinde kullanmak isteyenler, ordunun lâiklik ve Atatürkçülük konusundaki hassasiyetini istismarla, onu bu ülkenin dindar ve vatansever evlâdlarına karşı kışkırtmaya çalışıyorlar. Ordu, ilki bizzat ordunun komutanını, genelkurmay başkanını müebbed hapse mahkûm edecek bir cunta hareketi olarak, Cumhuriyet tarihinde üç defa idareye müdahalede bulunmuş, fakat her müdahale sonrasında hiçbir zaman Din ve dindarlar aleyhinde, kendisini Din aleyhinde kışkırtanların istekleri istikametinde bir uygulamada bulunmamıştır. Asıl tehlike, ordu ile bağrından çıktığı milletimizi ve onun mukaddeslerini karşı karşıya getirme çalışmalarındadır. Ordunun bunun şuurunda olduğuna inancım tamdır.” (Aksiyon / 6 Haziran 1998 / Sayı 183).
      Ordumuzu bu milletin varlık ve bekasının her zaman en birinci şartı saymış benim gibi bir insan için, bu tür müessif hadiselerden daha kahredici bir şey olamaz. Ordu, bu milletin dinine, inancına, asli değerlerine karşı gibi gösterilmek istenmektedir. Bu tür çalışmalara karşı zaman zaman düşüncelerimi ifade etmişimdir. Bu müessesenin dinin karşısında olmadığını göstermek ona karşı saygısızlıksa ne diyeceğimi bilemiyorum. ( Reha Muhtar, 1999)

      Fethullah Gülen ve örgütü, 28 Şubat darbesinin gerçekleşmesinin ardından kendileri dışındaki İslami kesimlerin çoğunun tasfiye edildiğini ve baskı halkasının aşama aşama genişletildiğini görünce, Gülen örgütünün bir kuruluşu olan GYV (Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı), darbenin bir numaralı adamı ve dönemin genelkurmay başkanı İsmail Hakkı Karadayı’ya “hoşgörü ödülü” vermeyi teklif eder. Bu davranışın anlamı ya darbecileri yaptıklarından ötürü ödüllendirmek ya da -en iyi ihtimalle- darbecilerin gözüne daha fazla girmek ve onların hışmından kurtulmak olsa gerek. Ancak Karadayı, bu teklifi kabul etmez. Bunun üzerine Gülen örgütü, söz konusu ödülü darbenin bir başka aktörü olan dönemin cumhurbaşkanı Demirel’e vermeye karar verir ve ödülü de Demirel’e Fethullah Gülen’in kendisi takdim eder: Kaya, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’ya, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın Yılın Hoşgörü Ödülü’nü vermek istediğini de Çevik Bir’e söyledi. Bu talep de reddedildi. (Ilıcak, 2012). Fethullah Gülen 27 Aralık 1997 tarihinde Zaman gazetesine verdiği “Hoşgörü Ödülleri Üzerine” başlıklı mülakatta şöyle der: **Sayın Cumhurbaşkanı da teşrifleriyle bunun altını çizdi. Kamu vicdanına mutabık davrandı ve milletin sesine tercümanlık yaparak cumhurun reisi olduğunu bir kere daha fiilen gösterdi. “Ülkemde yaşayan kim olursa olsun, kuzeylisi, doğulusu, batılısı hangi etnik köken, inanç ve mezhepten olursa olsun hepinizi kucaklıyorum” sözü marjinal düşüncelere bir cevap niteliği taşıyordu. Engin tecrübeleriyle huzursuzlukları aşmasını bilen Cumhurbaşkanımız uzlaşmaya devletin de taraf olduğunun altını tekrar tekrar çizmiş oldular. Cumhurbaşkanımız, “İbret dolu, ders dolu bir geceydi. Bu plaketi ülkenin bölünmez bütünlüğüne, Türk milletinin mutluluğuna verilmiş sayıyorum. Çünkü ben Türk devletini, milletin birliğini, bütünlüğünü temsil ediyorum” sözleri özel bir anlam taşıyordu…  Demirel’e şükran plaketini Fethullah Gülen Hocaefendi’nin takdim etmesi? Bir yerde Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanına bir ödül verilecek, bu ödül de uzlaşı ve hoşgörü eksenli olacak ve Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi de orada bulunacak. Sayın Cumhurbaşkanına başka kim takdim edebilirdi ki bu ödülü.**

      • Bence en büyük yanlış din adamına bu soruları sormak ve mülakat yapmaktır.
        Dini siyasete alet edebileceklere bu imkan verilince ortaya böyle ihanetler ve yanlışlıklar cikiyor

        • Ahmet bey siz ne anladınız bu derlemeden, ben ne anladım?

          sen anladığını yazmışsın, ben de yazayım: sabahtan dikkatimi en çok çeken şey sık sık Malatya’dan(malatyalılardan) bahseden Radyo2000 kanalının 15 temmuz’u kutlamasıydı; “efendiimm 15 temmuzunuz kutlu olsun” şeklinde. sabahtan beri bunu düşünüyorum 15 temmuz’un neyini niçin kutluyorlar? aynı radyo kanalı ki bir haber kanalı değil, (sürekli müzik yayını yapıyor ve tekirdağın tarlalarını imarlı parselli arsa olarak satıyor) sabah sabah ilk duyduğum şey “günaydın sevgili dinleyenler! emniyet genel müdürlüğünden önemli bir uyarı haberi: sizi arayıp devlet’in çalışanlara bayram harçlığı dağıttığını söyleyenlere itibar etmeyin, çünkü devletin çalışanlara bayram harçlığı gibi bir uygulaması yok” şeklinde. bir kaç dk. arayla aynı uyarıyı tekrarladı bir daha da hiç bahsetmedi ama gün boyu milletin 15 temmuz’unu kutladı.

          yani Fatih bey de bu derleme ile sizin 15 temmuzunuzu kutluyor. gerçi siz de onun 15 temmuz’unu kutlamışsınız. beni ne ilgilendiriyorsa işte…!

          • Baran, ahmet bey yukardaki derlemeden fetönün din adamı olduğunu anlamış ve kendisine böyle ne mal olduğunu açık eden soruların aslında sorulmaması gerektiğini, bunun yanlış olduğunu filan söylemiş! Ben doğru anlayabilmiş miyim baran?

          • Devletin maaşlı vaizi bu naneleri yemek için siyasete bulasirsa ve devleti yönetenler de buna göz yumarsa olacağı budur ,Vesile olanların topunu giyaplarinda veya huzurlarinda teröre destek olmaktan yargılayacaksin.
            Olimpiyatina katilanini
            Okuluna izin vereni
            Yurtdışına gönderirken methiye mektubu yazanı topunu yargılayacaksin bir daha kimse cesaret edemesin ve dine siyaseti bulaştırmasin diye

        • halk din adamına her şeyi sorar çünkü din adamları dini ilimlerle meşgul olan kimselerdir ve dini ilimler de vahiy çıkışlı olduğu için hayatin gerçeklerini vaaz ederler. din adamı da güncele dair önemli olayları dinin vaaz ettiği ölçüler çerçevesinde yorumlar. gazeteci de işi ve vazifesi gereği röportajlar yapar, farklı fikirleri halkın duymasını sağlar. siyasetçi de bu fikirleri alır kullanır. hele de bir din adamına ait fikirler ise bunları siyasetçi tepe tepe kullanır çünkü siyasetçi ilim ile uğraşan kimseler değildir, kaşif de değillerdir ki olmayan bir şey keşfetsin de onu satsın, o da bütün mahareti en çok satan popüler ürünleri toplayıp onları satmasıdır. din en çok satan ürünüdür siyasetçi için o da en çok din satar. şimdi burada bir yanlışlık var mı? bana göre yok. bana göre yukarıda söylediğim hepsi birbirini hain olarak görüyor dememde de yanlış bir şey yok, siyasetin doğası gereği öyledir çünkü. bir yerden sonra artık suçlayacak kimse kalmayınca birbirlerini suçlarlar. 15 temmuz kutlamaları da çok normal, adamlar çok başarılı bir iş yapmışlar ve başarılarını kutlayacaklar tabi. ben de zaten kimseyi suçlamak için söylemedim. bana göre gül gülistan bir hayat, ne mutlu yaşayabilene.

          ahmet bey siz durun, benim gibi her şeyi yeni öğrendiği için doğru anlamışmıyım diye soran H.Gayret cevap versin, o da benim gibi çok hevesli çünkü, illa bir şey diyecek ya.

  7. 12 Eylül 1980 darbesi

    Gülen, başyazarlığını yaptığı Sızıntı dergisinde (1979) darbe gerçekleşmeden 15 ay önce “Asker” başlıklı yazısında darbe çağrısı yapar ve dönemin genelkurmay başkanı Kenan Evren’e kendi ifadesiyle “selam durur”.

    ****…..Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük… Eğer atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve onu tutan yüce başa binlerce selam.****

    12 Eylül darbesinden bir ay sonra ise yine örgütün yayın organı olan Sızıntı dergisinde (1980) “Son Karakol” adlı başyazıda darbeye alkış tutar ve darbecileri “imdada yetişmiş Hızır’a” benzetir:

    ****… Sahnenin bu rengarenk aldatıcılığı, ortalığı inleten valsin korkunç uyutuculuğu ve kostümün göz bağlayıcılığı karşısında, oynanan oyunun gerçek yüz ve vahşetini ilk sezen, son karakolun kahraman bekçileri oldu. Bu sezme, ümit dünyamızla yeniden kendimize gelmemizi ve kendi kendimizi idrak etmemizi temin etti. Aslında, buna bir (sezmek) demek de uygun değildir.
    Bu düşmanı kıskıvrak yakalama… Ve bir zaferdir. İçtimaî bünyenin harici bir kısım eracifden temizlenme, arındırılma düşüncesiyle onu aslına irca zaferidir. Bu zafer, kendinden ümit edilenleri getirdiği takdirde, Türk’ün zaferler hanesinde en mualla yeri işgal edecektir. Böyle bir ilk tefahhüs ve sezişe, bir evvelki sene selam durulmuş ve gaziler ocağının yiğit eri Mehmetçik’e teşekkürler sunulmuştu. Ne var ki, yıllardan beri, bin bir saldırı ile rehnedar olmuş bir bünye, böyle hemen bir mualece ile iyi edilemeyeceği de muhakkaktı. Daha köklü ve daha gönülden bir hareket gerekliydi ki, milli bünyeyi kemiren yıllanmış seretanlar berteraf edilebilsin. Ve işte şimdi, bin bir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz. ****

  8. 12 Mart 1971 Askeri Muhtırası

    Fethullah Gülen, 6 Temmuz 1995 tarihinde İnter Star TV’de Özel Haber Programı’na verdiği mülakatta şunları ifade etmektedir:

    ****Ama bazı durumlar olmuştur ki askeri müdahalelerin neşter vurması söz konusu olmayınca belki o kangren bertaraf edilememiş, o kanser aşılamamıştır. Türkiye’yi 12 Mart muhtırasına götüren dönemleri biliyorum. O dönemde gadre uğrayanlardan birisiyim. 12 Eylül dönemini de çok iyi biliyorum. Devlet memuruydum, vazu nasihat ediyordum. Herkes belli bir hevesin zebunu Türkiye’yi bir yerlere çekmek istiyorlardı. Ve çekilmişte olabilirdi 12 Eylül’de. Türkiye bir ejderin ağzına atılmış olabilirdi. Ve şimdi biz Asya’daki o devletler gibi perişan, derbeder, yıkık-dökük Rusya’nın vesayetinde bir hale gelebilirdik. Bu açıdan askerî müdahaleleri bütün bütün yadırgamak, bütün bütün isabetsizdir demek doğru değildir ama acaba demokrasi içinde askeri güç o dönemde anarşiyi aşamaz, kargaşanın önüne geçemez miydi? Terörü bertaraf edemez miydi?****

  9. Sayın Koru ,
    Hepsi iyi güzel tamam da , Boğaziçi Üniversitesi rektörü konusunda geri adım atabilen iktidar bir başka yanlışı nasıl yapabiliyor anlamak mümkün değil.
    Sayın Erdoğan önüne Hilal Kaplan ismini getireni yanìndan uzaklaştırmalı, görev tevdi edilince reddetmeyen Hilal Kaplan a da bugüne kadar ki hizmetlerinden dolayı teşekkür edip kenara çekilmesini istemeli.
    Niye mi , Mesnevide anlatılan hikaye şöyledir

    Ahmak ayı ile yiğit bir adamın dostluğu :

    Bir ejderha, bir ayıyı yakalamış parçalamaya çalışıyordu. Yiğit bir adam, yolda giderken ayının bağırmalarını duydu. Hemen koştu, her ne kadar ejderha daha güçlü idiyse de, o adamın hem gücü hem de hilesi vardı.

    Ayı, ejderhadan kurtulunca Ashab-Kehfin köpeği gibi o adamın peşine takıldı. Adam hasta olup yere baş koyunca da ayı onu bırak­madı, başında beklemeye başladı. Oradan geçen birisi:

    – Ey kardeş, dedi, bu ayıyla ne işin var? Adam, ejderha olayını anlattı. Bunun üzerine o şahıs:

    – Ayıya güvenme, dedi, ahmağın dostluğu düşmanlıktan beterdir.

    – Sen bunu hasedinden söylüyorsun. Ayıya bakma, bana olan sevgisine bak.

    – Ahmakların sevgisi aldatıcı bir sevgidir. Benim bu hasedim onun sevgisinden iyidir. Gel benimle bir ol da o ayıyı uzaklaştır git­sin!

    – Git başımdan hasetçi herif, kendi işine bak!

    – Ben bir ayıdan daha aşağı değilim ya. Başına bir şey gelecek di­ye yüreğim titriyor. Sakın böyle bir ayı ile ormana gitme!

    Bu sözler adamın kulağına girmedi:

    – Git başımdan, dedi.

    – Ben senin düşmanın değilim. Peşimden gelirsen kendine iyilik etmiş olursun.

    – Uykum geldi, beni bırak, işine git!

    – Benim gibi bir dosta uy da, himayemde uyu. Adam:

    – Bu galiba bir katil, diye düşündü, uyuyunca beni öldürecek. Ya da benden bir şey umuyor, bir dilenci.

    Adamın yola gelmediğini gören nasihatçi kızarak ve içinden “La havle…” diyerek oradan ayrıldı.

    – Ben ona ciddiyetle nasihat ettim, o ise benden daha kötü şüp­helendi, diye düşündü.

    Adam da uyuyakaldı. Yüzüne sinek konuyor, ayı da onu kovalı­yordu. Sinek kovulunca kalkıyor, fakat inadına tekrar aynı yere konuyordu. Bu böyle sürüp gitti. Ayı, sineğe kızdı, gitti kenardan ko­ca bir taş getirdi. Sineğin yine adamın yüzüne konmuş olduğunu gö­rünce, o koca taşı sineğe fırlattı. Taş, uyuyan adamın yüzünü param­parça etti.

    Ahmağın sevgisi, ayının sevgisidir. Kini sevgisi, sevgisi kinidir. Ahdi gevşek, sözü büyük, vefası zayıftır.

    Ahmak dost, akıllı düşmandan daha zararlıdır

  10. Sayın yazar, sizden günün önemine dair de bir yazı bekliyoruz. 5. Yıl bitti, darbenin etkisi ise bitmedi. Hala OHAL düzeninde yaşıyoruz. İktidar OHAL’i uzattıkça uzatmaya devam edecek ve gitmeye niyeti yok görünüyor. Demokrasi bayramı güya ama ne demokrasi ne de hukuk kaldı ülkemizde. Yapılan sistem değişikliği ile artık kararnamelerle ve denetimsiz bir iktidarla ülke idare ediliyor. İktidar kanunları ve anayasayı da tanımıyor. Mahkemelere de uygulamayın emri veriyorlar açıkça. Hukuk tamamen siyasallaştı. Otoriter rejim beraberinde ekonomik bir yıkım da getirdi. Paramız pul oldu. Borç içinde yüzüyoruz.

    Bir de Peker’in açıkladığı 15 Temmuzda sivillere dağıtılan silahlar konusu var. 100 binin üzerinde kayıp silahlar. Sosyal medyada ağır silahlarla poz veren siviller. Halka silahlarla göz dağı veren partililer vs. Çok vahim iddialar.

    Sivillere dağıtılan silahlar konusu daha 5. yılda ortaya çıkabildi. SS’in 15 Temmuzda TRT’yi mafya ile bastığı da, ağır silahlı siviller yine, Peker tarafından daha yeni ifşa edildi.

    Bunların hepsi kapsamlı bir yıldönümü değerlendirmesini hakediyor diye düşünüyorum. Saygılarımla.

    • Ender bey! Sizin saydıklarınızı 15,Temmuz 2016 darbesin’den sonra şu an teröristlikten içlerinde 100 değıl bin12 sene hüküm giymiş gazetecilerde dahıl birçok gazeteci açıklamıştı. Mükafatları! 1012 senelik ceza oldu.
      Hatta onlar o silahları dağıtanların kendilerini açıklamıştılar peker gibi esas dağıtanlrı temize çíkarip süçlarını eşkiyalar’ın üzerine atarak mafyaları temize de çıkarmamıştılar.

      Şu an internette 15 Temmuz 2016 ORKOZ belgeseli bütün olayları delilleri ve isbatları ile birlikte birinci elden bilhassa oyuna getirilmış komutanlar ve o gece orda komutanın karşısına çıkıp posta koyanlara o anda verdığı tepki dahi ORKOZ belgeselinde var. Alel acele o kanunu çıkarmaları’nın sebebi 15 temmuzun gerçeklerini bilhassa görmüş ve şahit olmuş yabanci gazeteciler’de Dünya’ya delilleri ile birlikte açıklanması’nı içerdekilerden gizlemek ve gündemi çarpitmak için zaten devam eden zülumlarini yeni imiş gibi ‘tanııtmak.

      • Benim yeni haberim oldu 🙂 Gerçekten. SS’in TRT baskınını duydum ama mafya ile bastığını ağır silahları da yeni duydum. Yargı bu illegal işleri hep örttüğü için ne suçlular bulunuyor ne de illegalite ve mafyanın önüne geçiliyor. Tam bağımsız yargı tek çare.

  11. Bu gün 15 Temmuz darbe girişiminin seneyi devriyesi ; bu darbe girişiminin müsebbibi olanlar özellikle siyasetçiler ‘aldatıldık ,Rabbim ve milletim affetsin ‘ diyerek aklandılar ! Ama aynı şekilde aldanan , aldatılan herkes (silahlı isyana kalkışanlar, destekleyen ve görev alanlar tabii ki hariç ) maalesef aşını, işini, eşini , hayatını kaybetti ,müebbet mahkûmiyet cezalarını aldılar ve hapishane zindanlarına atıldılar ; Ey Yüce Allahım takdir senindir !
    Bir diğer konu da elektrik ödemelerine yansıtılan TRT kesintileridir ! Hayatım boyunca kahrolduğum bir konudur .Bu TRT nin ne ayrıcalığı var, o zaman diğer kurum ve kuruluşlar için de kessinler !
    Bu işin peşine düşen bir hakim, savcı , avukat yok mu ; bu nedir Allah aşkına ! Benden yana zehir zıkkım olsun !
    Selamlar ,iyi günler

    • Mucib bey
      (silahlı isyana kalkışanlar, destekleyen ve görev alanlar tabii ki hariç )
      demişsiniz ama aksine asıl bu saydıklarınız “müebbet mahkûmiyet cezalarını aldılar…”
      Sen hangi kayanın altında yaşıyorsun allasen, dünyadan haberin yok?

  12. İslam aleminin en büyük ve en değerli bir düşünürü ve alimi olan İmamı Azam Ebu Hanife Hazretleri (699-767 ) , ömrünün 52 senesini Emeviler’le ve 18 senesini de Abbasiler’le birlikte geçirmiştir.Akla ve mantığa çok önem veren, eleştirel düşünceye açık , insan haklarını ve hukukun üstünlüğünü , özgür iradeyi esas alan , zulme ve haksızlıklara asla boyun eğmeyen İmamı Azam ; Emeviler döneminde beytülmal eminliğini , Abbasiler döneminde de büyük kadılık görevlerini , tekliflerin artniyetli oluşu , kendisini yanlarına çekmeyi amaçladıkları ve zulme dayanan idarelerine ortak olmamak için kabul etmemiş ancak bu nedenlerle zindana atılmış ve kırbaçlanarak işkence edilmiştir .Hatta halife Ebu Cafer el Mansur tarafından zindanda iken zehirletildiği de söylenmektedir .
    Ben de hem yazının konusu itibarıyla ve hem de 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümü ve bu gün ülkemizin içinde bulunduğu durum ve şartlar münasebetiyle bunları yazmayı uygun gördüm ; herkes kendi görüş ve düşüncesine göre hisseler çıkarabilir !
    Herkese selamlar , saygılar

    • “Ahmet
      15 Temmuz 2021 At 18:14
      Bence en büyük yanlış din adamına bu soruları sormak ve mülakat yapmaktır.
      Dini siyasete alet edebileceklere bu imkan verilince ortaya böyle ihanetler ve yanlışlıklar cikiyor”
      Ali bey, ahmet beyin bu savına ne dersiniz?
      Yani bir süreliğine olsun dini siyasete alet etmesek ve din adamlarını görmezden gelsek, sizce de uygun mu?

  13. Şu sözlerinizi iktidarkiler nasıl kavrayamaz yıllarca kendime sormuşumdur: İktidar çizgisinde oluşan medya en fazla iktidarda bulunanlara zarar verir. Yakınlık zaman içerisinde medyayı güvenilemez kılacağı için, oradan beklenilen desteğin fazla bir anlamı kalmaz.

  14. Toplumun genelinde kabul görmeyen ve hatta itici bulunan insanları, halkın genelinden vergi toplanarak ayakta tutulan bir kurumun yönetim kuruluna atamak çok yanlış. Bu kişiler o görevleri kabul de etmeyebilirler ama o çapta insanlar zaten kalmadı. Kalanlar da oyun dışında. Çözüm belli, herkes ihtiraslarından vazgeçip yeni bir oyun kurulması için omuz vermeli. Din, ırk, ideoloji vb herşeyin kenara itilip temel evrensel degerleri kabul eden, hak, hukuk ve adaleti saglayacak yeni bir sistem secenegi insanlara sunulabilmeli. Yoksa banka yonetim kurullarinda gurescileri, 3-4 yerden kiyak maaslar alan burokratlari gormeye devam edecegiz.

    • Yusuf bey “banka yonetim kurullarina kimlerin atanabileceği” gibi bir konu için “Din, ırk, ideoloji vb herşeyin kenara itilip temel evrensel degerleri kabul eden, hak, hukuk ve adaleti saglayacak yeni bir sistem secenegi insanlara sunulabilmeli.” buyurmuşsunuz ama daha ilk anda “bitek güreşçiler olmaz” diyerek adaletinizi de göstermişsiniz bakıyorum, ne iş???

  15. O kalem kavgalarının en güzeli Emin Çölaşanın menemen olaylarını ve ne yazacağını iddia ederek aynı gün yazdığınız makaleydi

    • Evet son seçimlerde de birçok video hazırlamışlardı zaten sanı rne, sonuç ortada…
      Ben en çok süpermen kıyafeti giymiş şeriat dede olan bölümü beğeniyorum:)

  16. Kalemini eğip bükmeyenler, hiç bir ihtidar tarfından sevilmezler.
    Bu durum demokırası ile idare edilen ülkelerde iki tarafada yararlanamaz’isede,gıratlaklarıde sıkılmaz.
    Fehmi Koru õzeliklede son 6 yıldır kendisine kurulan tuzaklaride, sabırlı, kişiliği ve meslek bilgileri ile tuzakçıların kibarca
    kafalarına çuvl gibi geçirdi.

    15 Temmuz belgeseli’nin ilk bölümünü
    izledim. Yabancı bir gazeteci “Türkiyede gazeteci ararsanız hapishaneye gid’in Diyoyor.

    • F A R K L I L I K
      Allah bile hayatımızın başlamasını farklılık üzerine kurmuş.
      Kadın-erkek farklılığı üzerine.
      Dünya uzay boşluğunda iki farklı ve birbirini dengeleyen kuvvet ile duruyor: Kütle çekim ve merkez kaç(savrulma) kuvveti ile.
      + – kutuplar ile elektrik enerjisi elde ediyoruz.
      Farklılığı sorun görüp anarşi üretenler kaybeder.
      Farklılıktan enerji-sinerji üretenler kazanır.

      • Sayın yk, maşallah söze direkt “Allah bile…” diyerek tanrısal güçle bir kıyaslama yapmak suretiyle girmiş ki daha aşağısı da kurtarmazdı zaten!
        Öyle “peygamber bile.. ya da cebrail parti kursa ona bile oy vermem” gibisinden yavelere gerek yok tabii; dorudan kainat imamlığı ve yukarsına bağlayın gitsin:)
        Ha gayret!!!!

Yoruma kapalı.