İzmir depremi hepimizi sarsmalı, mümkünse titreyip kendimize gelmeliyiz

34
Reklam

Mehmet Akif’e imparatorluğun yıkılış döneminde yaşananlara bakıp yazdığı yakınma dolu şiirin en sonunda “Ağzım kurusun, yok musun ey adl-i ilahi” dedirten bir ruh hali içerisindeyim.

Sonuncu felaketi dün bütün Türkiye hep birlikte İzmir depreminde yaşadı.

Hayatımı sürdürdüğüm İstanbul’da bekleniyordu büyük deprem, doğduğum ve ailemin büyük bölümünün halen ikamet ettiği İzmir’i sarstı.

İzmir’de şimdiye kadar kaydedilmiş en şiddetli deprem bu.

Kaybettiğimiz canlara mı yansak, yoksa can kaybının azlığıyla teselli mi bulsak?

Haberi alır almaz ulaştığım yakınlarım böyle olaylardan aşina büyük tedirginliği hala üzerlerinde taşıyorlardı.

Tedirginlikleri artçı şoklarla doğrulandı. 

[Çok şükür bizim geniş ailede herhangi bir deprem vukuatı yok.]

Reklam

Biraz akıl, biraz feraset

Herkesin ağzında hep aynı “Türkiye bir deprem ülkesi” cümlesi…

Sadece son bir yıl içerisinde bile ülkenin sağı-solu sarsıldığı için bu cümlenin mutlak doğru olduğunu biliyoruz.

Ayrıca hafızalarda dün olmuş gibi taze, İstanbul’un bazı semtlerini de sarsıntısıyla yerle bir etmiş, 1999 Marmara depremi var. 

Ve daha da şiddetli olabileceğine dair duyarıların uzman ağızlardan işitildiği büyük İstanbul depremi beklentisi…

Hazırlıklı mıyız?

Deprem ülkesi olduğumuza ve uzmanlar her an İstanbul’da 1999’dakinden daha da büyüğünün tekrarlanmasını beklediğine göre hazırlıklı olmamız gerekiyor.

Peki de hazırlıklı mıyız?

Reklam

Sadece İzmir’i sarsan ve İstanbul’da beklenen büyük çaptaki depremlere değil şu sırada ülkemizin içine düştüğü pek çok alandaki çok yönlü sarsıntılara da hazır değiliz.

Her gün paramızın değeri düşüyor…

Ekonomiyle ilgili resmi ağızlardan çıkan açıklamalarla piyasa gerçekleri örtüşmüyor…

Bir yandan birilerinin evine ekmek alırken ekmek alacak imkanı bulamayanları düşünerek askıya bıraktıkları ekmekler için kampanyalar açılıyor ülkemizde… 

 Öte yandan, “Evine ekmek götüremeyenler mi var sanki?” soruları soruluyor…

Askıya bırakılan ekmekleri kim ne için alıyor o zaman?

Uyanık geçiniriz, ama oyunlara da açığız

Kahraman bir milletimiz var; ülke saldırıya uğradığı, istiklal tehdit altına düştüğü her zaman kanını ve canını feda etmiş bir milletiz…

İyi de milletimizin bu özelliği bizi dış alemle ilişikilerimizde daha dikkatli olmaya sevk etmeli değil midir?

Özellikle de devleti yönetenlerin yedi düvelin üzerimizde hesapları olduğu, bunun da bekamızı tehlikeye düşürdüğü iddiasını sıkça tekrarladıkları bir dönemde?

Türkiye vaktiyle milyonlarca kilometrelik topraklar üzerinde hüküm süren büyük bir imparatorluktu; o imparatorluğu nasıl kaybettiğimizi, küçük Anadolu toprağına sığınmak zorunda niçin kaldığımızı bilmiyor olamayacağımız gibi biliyorsak unutmuş da olamayız. 

Dinine, imanına bizim kadar sahip çıkan bir toplum az bulunur. Bu konuda en kayıtsız görünenimiz dahi başkalarından çıkan inanç esaslarımıza yönelik hakaretlere tahammül edemez.

Üzerimizde hesabı olanların bu özelliğimizi bilmedikleri düşünülebilir mi? 

Herhalde düşünülemez. 

O halde, dışımızda meydana gelen kışkırtıcı olaylara tepki verirken iki kez düşünmemiz gerekir. Birileri sokak ortasında bir öğretmeni hedef seçiyor veya kilise çıkışında önüne gelenlere bıçağı dayıyor ve insanların boğazlarını kesiyorsa bu iğrenç eylemleri ilk kınayanlar bizler olmalıyız.

Hem de hiçbir mazeret arkasına saklanmadan…

Galiba verdiğimiz tepkilerde bir senkron bozukluğu yaşanıyor.

Zihnimiz bulanık gibi sanki…

Ah şu Murphy, ah

İzmirimizi sarsan depremden nerelere geldim.

Kalemim daha da ileriye gitmeye meyyal. Böyle ortamlar başka zamanlarda verilmeyen tepkilere fazlaca zemin hazırlar. Öyle de oluyor.

Trafiğin fazla yoğun olduğu yollarda araç kullanırken aklıma kötümserliğiyle ünlü bir Amerikalı’nın [adamın tam adı Edward A. Murphy, Jr’dur] yasalaştırdığı ve ‘Murphy kanunları’ diye bilinen olumsuz öngörülerden biri gelir.

“Sen hangi şeritte seyahat edersen en yavaş o şerit gider” der Murphy.

Her yolculuğumda bu kuralı ve Murphy’i hatırlarım; bana hep öyle olur çünkü.

Yine bundan dolayı yine ona ait “En kötü şartlar ne yaparsanız yapın bir yolunu bulup mutlaka gerçekleşir” kuralı da aklımdan hiç çıkmaz.

Allah ülkemizi, milletimizi, yaşadığımız mekanları, hepimizi kötülüklerden korusun.

İzmir’e ve İzmirlilere geçmiş olsun. 

Depremde hayatlarını kaybedenlere Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır dilerim. 

En meşhur son sözlerden birini kendimize uyarlayayım: “Bu da bize ders olsun.”

ΩΩΩΩ

Reklam

34 YORUMLAR

  1. Türkiye depreme dayanıksız konutlar sorununu nasıl çözecek? Çözemez, kendimizi kandırmayalım. Çünkü; i) Kısa sürede milyonlarca konut yapacak ekonomik güç devlette de vatandaşta da yetersiz. ii) Devlet bütçesinden bazı vatandaşlara yeni ev yapıp veremezsin, zira bu durumda Anayasa’nın eşitlik ilkesi gereği milyonlarca ev sahibi olmayan kiracı vatandaşımıza da Devletin ev vermesi gerekir.

    AKP Hükümetleri önceleri bu sorunu çözmek için ranta dayalı bir çözüm üretmişti. Örneğin depreme dayanıksız 6 katlı bir binaya 11 kat için ruhsat vereceksin. Müteahhit ilave 5 kattan kazandığı ile binayı yıkıp yenisini yapacaktı. Devlet de inşaat süresince kira yardımı verecekti. Fakat bu çözümün olamayacağı anlaşıldı. Zira; i) Birçok müteahhit işe rantın yüksek olduğu semtlerden başladılar, örneğin İstanbul’da Bağdat Caddesi gibi. ii) Bir mahallede kat yükseklikleri dörtte bir binada bile iki katına çıktığında su, kanalizasyon, doğalgaz, elektrik v.b. her türlü altyapının da geliştirilmesi gerekiyordu ayrıca mevcut yolların ve otopark alanlarının artan trafiği karşılaması mümkün olmuyordu. Bu nedenlerle rantiyesever AKP=Erdoğan hükümeti dahi bu yöntemden vazgeçmek zorunda kaldı.

    Kanaatimce Türkiye depreme hazırlık sorununu ancak tersine göç ile çözebilir. Bunun ayrıntılarını yeri geldiğinde başka bir yorumda açıklamaya çalışacağım. Fakat şimdilik şu kadarını söyleyeyim;
    1) Türkiye’de büyük şehirlere yığılma, gelişmiş Batı tarihindeki sanayi devrimleri dönemine benzerlik arz etse de önemli farkları da olmuştur. Oluşan göçün takriben %50 kadarı lümpen halk yığınları şeklinde gereksiz bir yığılmaya ve bunun yarattığı sorunlara yol açmıştır.
    2) Tersine göç projesi sadece depreme karşı bir önlem olmamalıdır, zira bunun maliyetinin karşılanamayacağı açıktır. Bu proje ile milli kaynakların ülke genelinde tarım, sanayi ve turizmde çok daha verimli olarak kullanılması da amaçlanmalıdır. (Nüfusu 85 bin ile 500 bin arasında olan 38 ilimiz var!).

    # Orta Asya’dan başlayan göç hala devam ediyor. Türkiye artık yerleşik düzen medeniyetine geçmelidir. “Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır.”

    • Tersine göç çözümünüz istanbuldan anadoluya, antepten halebe ise ölen sayısı dörde katlanır. Çünkü anadolu her bakımdan hala bakir! (Evler, fabrikakalar, sanayi vb).
      Köy kırsal nüfusun şehirleşme projesi çerçevesinde peyderpey bir oran gözetilerek (en az yarısı) belli kentlere yerlestirilmesiyse, önce şehirlere evlerle beraber fabrikalar yapacaksın.
      Var olanı satıp arazisine avm yaptırtmayacaksın.
      Ev, işyeri, sonra :avm, park bahce, eğlence dinlenme mekanları, fitnes salonlari acacaksın.
      Şehirlerin kenarındaki köylerde tarım hayvancılık yapacak bir nüfusu tesviklerle (kredi) orda kalmaya ikna edeceksin ki,
      Domatesi 10lira yerine 2liraya yiyebilesin.
      Yok ben cifcimi ezdirmem der, patatesi sekize yedirirsen,
      Enflasyonun 14, dövizin 8’i aşınca hiper tansiyona gecersin.
      Tansiyon ilacını üretmedigin için ithal edeceksin, para bulabilmek icin…
      Offf off.
      Daha kısa gecici çözümler söyliyecektim. Her belediye öncelikli 10-50 vs bina belirleyip bakanlığa bildirse, (acilkoduyla)
      Bunlara yer gösterirlerse yer, yoksa kentsel dönüsümle aynı yerde bina yaptırıp (toki!) devlet kredi destegiyle :
      5-6 şiddetinde yıkılabilecek 10 binayı kurtarsan,
      İzmir kurtulmuştu (denize bir vatandaş dökülmez, hırlı.. Dökülürdü). Bizde Yüce Atatürk’ten sonra yine dua edececeğimiz, bir yönetenlerimiz oldu diye mutlu olurduk.

    • Bütün dediğiniz tam olarak ne taraflar oluyor sayın fkt? Mavi vatan filan da dahil mi yoksa yurtta yangel yat konseyi sınırlarında mı?

  2. Türkiye’de şehirlerin pek çoğu fay hattının tam üzerinde veya yakınında bulunmaktadır. Fay hattının yakınında sağlam binalar ile çözüm üretilebilir fakat fay hattının üzerindeki bölgelerde yeşil alan ağırlıklı ve az katlı binalar şeklinde şehir planlaması yapılması gerekirdi. Geçmişte teknolojik imkanlar yeterli olmadığı için bir ölçüde bu çarpık yapılaşma mazur görülebilir. Fakat 1970’li yıllardan itibaren şehir planlamasını deprem öncelikli olarak ele almayan tüm yönetimler sorumludur. Başka bir gerçek de geçmişte Hükümetlerin uzun ömürlü olmayışı nedeniyle böylesi uzun vadeli projelerde yetersiz kalmasıdır. Fakat 18 yıllık iktidarı ile AKP’nin (R.T.Erdoğan’ın) böyle bir mazereti olamaz.

    Esasında deprem önlemleri gibi temel milli sorunların bir devlet politikası olarak ele alınması gerekir. Merak ediyorum acaba MGK toplantılarında bu sorun hiç gündeme geldi mi, geldiyse de cılız bir tavsiye olarak mı kaldı? Türkiye’nin en önemli şehirleri ve sanayisi deprem bölgelerinde bulunuyor, dolayısıyla bu konu tam bir ‘milli güvenlik sorunu’ değil midir?

    Yöneticiler iktidar güçlerini ister seçim yoluyla kazansın isterse gücünü Devlet’den alsın sonuç değişmiyor. Akılcılık yetersiz kaldığında onun eksiğini ne seçimler nede apoletler gideremiyor.

    • Türkiye’deki çarpık yapılaşma ve çarpık şehirleşme ile ‘teknolojik imkanların yetersizliği’ arasında bir ilinti yoktur. Bu da, sık sık yaptığınız gibi, bir bilgi ya da veriye dayanmadan, zihninizde spekülatif olarak doğru olduğunu varsaydığınız, “Muhtemelen böyledir” sanısından yola çıkarak uydurduğunuz bir tez.

      Türkiye’nin çarpık yapılaşma ve çarpık kentleşme sorunu, geçmişten bugüne, (1) bir bilinç ve farkındalık, (2) akıldışı, hantal, ilkel, yağmacı devlet düzeni (3) ve o ilkel devlet aygıtı örgütlenmesi tarafından belirlenmiş dar, önceliği sivil topluma değil vesayetçi, müdahaleci devlete veren siyaset düzeni sorunudur.

      Sözüm ona çağdaş olup çağdaşlığı vaad edip bunu müjdeleyen Cumhuriyet rejiminin “şehir planlamacılığı” alanındaki farkındalık düzeyi, tam bir kara cehalet haline karşılık düşer.

      Abartıyor muyum?

      Türkiye’de, şehir planlamacılığı ile ilintisini aşağıda özetleyeceğim, bir enstitü olarak kurulup sonradan ‘üniversite’ ismini alacak olan Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin kuruluşu, Cumhuriyet’in ilanından tam 34 yıl sonradır.

      1950’lerin ikinci yarısına gelininceye kadar, çağdaş Türk devletinin “şehir planlamacılığı” dediğimiz şeyle bir tanılışıklığı olduğunu ileri sürmek güçtür.

      Nitekim, 1954’de Birleşmiş Milletler’i temsilen ülkemize gelen Charles Abrams’ın hazırladığı ve “Abrams Raporu” olarak bilinen raporda, ‘Türkiye şehirlerinin planlama bilgisizliği yüzünden büyük bir tahribat içinde olduğu, ülkedeki plancı ve mesken konusunda uzman eleman yokluğunun geçici olarak ülkeye davet edilen yabancı uzmanlarla çözülemeyeceği, bir an önce plancı yetiştirecek bir okulun kurulması gerektiği’ tespitlerine yer verilir. (Abrams, C. (1966), Man’s Struggle For Shelther In An Urbanizing World, aktaran Melih Ersoy, “ODTÜ Şehir ve Bölge PlanlamaBölümü ve Eğitim Programlarının Kısa Tarihi” içinde)

      Şehir planlamacılığının bir akademik eğitim programı olarak ‘çağdaş Türkiye devleti’nde başlatılması, ancak Cumhuriyet’in ilanından tam 37 yıl sonra mümkün olabilmiştir. Bunun bir lisans eğitim programı olabilmesi için ise, 1963 yılını beklemek gerekecektir. İlkin yüksek lisans olarak 2 yıl için planlanmış olan eğitim programında görevli öğretim üyesi sayısı sadece 3’tür.

      Benim doğumuma karşılık gelen 1964-1965 akademik eğitim yılında, şehir planlamacılığı eğitimi veren öğretim üyesi sayısı 3’den 6’ya yükselmiştir.

      ‘Çağdaş’ Türkiye Cumhuriyeti’nde, görev ve sorumlulukları “bölge, şehir, kasaba ve köylerin planlanması, mesken politikası, yapı malzemesi konuları ile uğraşmak, afetlerden önce ve sonra gerekli tedbirleri almak, kentsel altyapıyı gerçekleştirmek ve belediyelerle ilişkileri düzenlemek” şekilnde tanımlanan İmar ve İskan Bakanlığı’nın kuruluş yılı da sadcce 1958’dir!

      Türkiye’nin ekonomik, siyasal, toplumsal gelişim öyküsü, klavye başına geçip bir fikri akla getirerek, “Herhalde böyledir. . .” diyerek anlaşılıp anlatılmaz.

      Yaşadığımız çarpık kentleşme, ‘teknolojik imkanların yetersizliği’ vs. değil, bir zihniyet, devlet örgütleniş biçimi, bir maddi çıkar ve talan meselesidir.

      ,Geri kalmışlık, bütün diğer faktörlerden önce, esas olarak bir ZİHNİYET sorunudur.

      Zihninizi 21. yüzyıla uygun olarak “reset”leyemediğinizde, sorunlara çözüm arayışı çabanızda, aklınıza gelse gelse, bir askeri cunta peydahlaması olup Avrupa Birliği üyelik müzakerelerinde Avrupalıların önünüze “temel sorunlardan birisi” olarak koyduğu Milli Güvenlik Kurulu (MGK) gelir.

      “Acaba MGK çarpık kentleşme ve deprem meselelerine el attı mı?” merakına düşmeniz ne rastlantısaldır, ne de bunun anlaşılmaz bir yanı vardır.

      Bu işler, nihai olarak, “Bana zihniyetini söyle, ortaya çözüm olarak koyacağın şeylerin ne olacağını söyliyeyim” şeklinde özetlenebilir 🙂

      • Doğru bilgilerden yanlış sonuçlar çıkartmakta marifetlisiniz! Size bilim-teknoloji tarihi ile siyasi-sosyal tarihi paralel okumanızı öneririm.

  3. Merhum Akif büyük bir şair aynı zamanda zamanı en iyi okuyan mutefekkirlerden biri sen aynı kelami edersen hafizanalkah kufre girersin

  4. 17 Ağustos deprem felaketinin üzerine İmar Barışı adı altında kaçak yapılara ruhsat verenlerin ülkemizin herhangi bir problemini çözebilceğine inanan var mı?

  5. Sn.bernar dünden kalan bir cevapsız bir yorumu tekrar hatırlatıyorum:
    H.Gayret
    30 Ekim 2020 At 11:37
    Uğur bey gibi ben de sorgusuz sualsiz, kemiksiz kılçıksız(yoksa omurgasız mı demeliydim?) “Yazdıklarınız konusunda sizinle hemfikirim Bernar bey.” diyebilmeyi çok isterdim ama yine sizin tabirinizle “zihni karışmış toplumlardaki insanlar”dan birisi olarak ne diyeceğimi bilemedim tabii, hele de içinde bulunduğumuz şu kavram kargaşası döneminde:
    «“Aydın sorumluluğu” ve “memleketseverlik” (çok ucuzlatılmış, artık çok hamasi, çok aldatıcı hale geldiği için “vatanseverlik” sözcüğünü kullanmıyorum).» diyorsunuz ama sonra da meseleleri
    “…ilkel bir simgesel dil savaşına dönüştürürseniz, pekala ortak da olabilecek bir dğeri gözden düşürür, antipatik hale getirirsiniz.” de diyebiliyorsunuz?
    Valla insan gerçekten hayret ediyor!

  6. 17 Ağustos 1999’da yaşadığımız Marmara Depremi’nde yitirdiğimiz insanların sayısı resmi rakamla 17.488. Resmi olmayan kaynaklar, can kaybı sayısının 30.000 ile 50.000 arasında olduğunu söylüyor.

    Aşağıda, bu yaşamsal meselemizin hemen hiç dile getirilmeyen bir boyutuna işaret etmek üzere, farklı kaynaklardan derlediğim bir döküm vereceğim.

    Benim adına “devlet” dediğimiz aygıta yönelik her eleştirimi çok açık bir memnuniyetsizlikle karşılayan, “Devlet de nihayet bireylerden oluşur ve hata yapabilir” türü ifadelerle bin dereden su getiren Fatih Bey, derlediğim bu verilere bir baksın.

    Sonra, gelip bana ‘bireylerden oluşup pekala bireyler gibi hata da yapabilir’ devletimizin söz konusu verilerin ortaya koyduğu resim konusunda ‘hata’sına uyanıp uyanmadığını, uyanmış ise, o hatasının tekrarının önlenmesi için neler yaptığını şöyle tane tane anlatsın.

    (*) Kanunlara ve yönetmeliklere aykırı inşaatlar yaptıkları gerekçesiyle pek çok müteahhit ve mütehattlik şirketi alyehine toplam 2 bin 100 dava açıldı. Açılımış olan bu davalarda, on bir tanesi dışında, verilen hükümler ertelendi ya da zaman aşımı nedeniyle düştü.

    (*) Düzce Ersoy Apartmanı: 36 kişi öldü, dava zaman aşımına uğradı.
    Düzce Ömür Hastanesi: 11 kişi öldü, dava zaman aşımına uğradı.
    Yalova Ceylankent Sitesi: 98 kişi öldü, iki sanığa verilen hapis cezaları ertelendi.
    Kocaeli Ubay Apartmanı: 58 kişi öldü, müteahhit hakkında verilen ceza ertelendi.
    Yüksel Sitesi: 316 kişi öldü, beş sanığa verilen çeşitli cezalar ertelendi.
    Kocaeli: 600 dava açıldı, 12 kişi onar ay hapis cezası aldı. Altısının cezası infaz edildi, altısı için süre istendi.
    Yalova: 173 dava açıldı, hemen hemen tamamı sonuçlandı. Ceza aldığı bilinen tek isim Veli Göçer olup 18 yıl 9 ay hapse mahkûm edildi.
    Düzce: Yaklaşık 220 dava açıldığı sanılıyor. Yargılamaların sonucunda hiç kimse cezaevine girmedi.

    (*) Yukarıda, Yalova ile ilgili veride adı geçen, bu ilçemizde inşa ettiği binaların önemli bir kısmı çöken ve 200’ye yakın insanın hayatını kaybetmesine neden olan müteahhit Veli Göçer, 18 yıl 9 ay hapis cezası aldı. 7,5 yıl hapis yattıktan sonra 2011’de tahliye oldu ve 2018 yılı sonlarında kurduğu şirketle yeniden inşaat sektöründe faaliyet göstermeye başladı.

    Buyurun, Fatih Bey, söz savunmanın. . .

    Savunun devletinizi.

    • Benim yorumlarımı yanlış hatırlıyorsunuz diyeceğim ama öyle değil. Kendi ürettiğiniz yanlışları doğru hatırlama söz konusu. Dolayısıyla sorduğunuz anlamsız soruya da kendiniz cevap verin derim. (Bu arada bana olan kızgınlığınızın gerçek nedenini de hatırlatayım: “Türkiye Cumhuriyeti üniter ve laik bir devlettir. Eğitim dili Türkçedir.”)

      • Kızgınlık meselesi değil. Diyaloğu diyalog olmaktan çıkardığınızdan, duygusal tahammülsüzlüğünüze yenik düşüp fikre dayalı müzakereyi bir kenara bıraktığınızdan beri tavrımı değiştirdim.

        Devlet ideolojisinin sesi olmanın sağladığı güvenceye sırtınızı yasladınız, ve, benimle, daha önce bana hapis cezalarına, 19 yıl boyunca ülkeye giremeyecek olmama neden olan dille muhattap olmayı seçtiniz. Erdoğan’dan sonra bir de sizin “vatan haini” sabuklamalarınızla uğraşamam.

        Kabul edilebilir, ölçülü bir dille ve doğrudan bana seslenmek yerine, ‘ortaya söylenmiş’ gibi yaparak söylediğiniz aşağıdakiler, fikre dayalı bir müzakere değildi:

        [F.K.T. 6 Ekim 2020 At 00:50] “Sayın Fehmi Koru’nun yorum sayfalarında herkesin duygu ve düşüncelerini dile getirmesi kadar tabii bir şey olamaz ve bundan memnuniyet duymak gerekir.

        Herkesin eğitim seviyesi ve bunun dışında kendini yetiştirmesi de aynı olamaz ve bunun yorumlara yansıyacak olması da tabii bir durumdur.

        Fakat tabii olarak karşılanamayacak bir şey var, o da şudur :

        Çanakkale savaşlarının kahramanı, Kurtuluş savaşımızın başkomutanı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ten nefret etmek tabii bir şey değildir. Onun bazı uygulamalarını beğenmeyebilir ve eleştirebilirsiniz, bunu da açıkça ifade edebilirsiniz. Fakat Mustafa Kemal’i yerden yere vurmak ve adeta nefret etmek ne anlama geliyor? Böyle bir tutum sergileyenlere vefasız demek bile çok hafif kalır.”

        Özetle şöyle de doğrudan yanıt verdim:

        [Bernar 6 Ekim 2020 At 20:30]: “Ortaya söylenmiş gibi gösterilmeye çalışılmış bu metnin adresi olduğumu düşünüyorum. Burada ve diğer metinlerinizde sıraladığınız abartılı övgüleri ciddiye almamak, M. Kemal’i kıyasıya eleştirmek, fikri ve vicdanı hür her memleket evladının aksi iddia dahi edilemez hakkıdır.”

        Verdiğiniz karşılık, benim okuduktan sonra “Peki. . . Çok yakından aşina olduğum bu dille sürdürmek istiyorsanız, öyle yapalım” iç fısıltısıyla hükme varmamı sağladı:

        [F.K.T. 7 Ekim 2020 At 12:33]
        “Siz M.Kemal’i öylesine eleştiriyorsunuz ki bunun bir tık ötesi “Yunan kazansaydı daha iyiydi” diyen K.Mısıroğlu ile aynı çizgiye gelmektir.”

        Yorum sayfalarına gelip yorum yazmanın aöacı sizde memnuniyet uyandırmak değil, Fatih Bey.

        Çocuksu bir duygusallıkla önüne 3 uzun sıfat cümleciği ekleyip o şekilde yazmadan duramadığınız hamset dolu kutsayıcılığa karnım tok doğrusu.

        Hayat onun bunun kutsallarına riayet ederek yaşanamayacağı gibi, birilerinin tuhaf bir kibirle sınırlarını çizmeye yeltendikleri dar alanda da fikir mikir üretilmez.

        Siyaset bilimi alanında kalarak, yüksek rutbeli bir subaydan, bir siyasetçiden, herkes gibi ölümlü bir siyasi figürden söz ediyoruz.

        Siyasi figürlerin isimlerini ya ön isimleriyle, ya da soy isimleriyle yazar geçerim. Siyaset biliminin gereği de budur. İsterse bu inatçı ısrarcılığımın karşılığı hayata yabancı memleketlerde göz yummak olsun -kabullenir ve katlanırım.

        İlkokul dördüncü sınıf tarih kitabı tadında metin parçacıkları üretip ‘kahraman’ların isimlerine kutsayıcı sıfatlardan sıfat seçmek de sizin işiniz olsun.

        Sizin kahramanlarınız size, kahramanlara yer vermeyen bir düşünce ve tarih perspektifiniden söz üretmek de bana kalsın.

    • Bernar bey. Mahkemeler mevcut yasalara göre karar veriyor. Yasaları TBMM (seçilmiş siyasetçiler) yapıyor. Ülkeyi Bakanlıklar ve Yerel Yönetimler aracılığıyla seçilmiş siyasetçiler yönetiyor. Buna göre çarpık şehirleşmenin ana sorumlusu seçilmiş siyasetçiler değil mi? Özellikle de sağ siyasetçiler ve Kürt-Laz müteahhitler. Sağlıklı şehirleşmeyi savunanlar bugüne kadar daima sizin burun kıvırdığınız laik ve çağdaş kesimler olmuştur. Sizin pek önemsediğiniz ‘dindarlar ve Kürtlerin’ ise umurunda olmamıştır.

      • Genel seçimlerde, mührü parti amblemlerine basmanın yanısıra, “Dindarım ve de planlı kentleşme umurumda değil”, “Ne sağlıklı şehirleşmesi bilader? Ben Kürd oğlu Kürdüm” türünden seçenek kutularını da mı işaretliyoruz, sayın Mim?

        Demek, “Ben mütaahitlerin Türk ve laik olanını severim” diyorsunuz.

        Bunların içinden çıktıkları en ideal şehirleri de yazsaydınız keşke.

        Hani öyle ev apartman dikecek paramız yok, ama, hiç değilse, en azından geride bırakacağımız vesayetnamede, “Beni Türk, laik ve de İzmirli müteahhitlerin ellerine teslim edin” falan yazardık, vesayetnamemiz aynalı ve de ‘çaqğdaş’ olurdu.

  7. Fehmi Bey’in dünkü yazısında Mesut Yılmaz’ın ismi de geçiyordu.Saat on bire doğru Mesut Yılmaz’ın vefat haberini duyunca Fehmi Koru’nun günlüğüne bugün düşecek konunun o olduğu içimden geçti.Bir devrin ülke siyasetine yön veren önemli bir isminin hayat defterinin kapanması sonrasında yazarımızın da tanıklıklarına da dayanarak yazacağı çok şeyler olmalıydı.

    Dünyalık makamı ne kadar büyük olursa olsun işte,her fani için dünya,Korkut Ata’mızın diliyle “gelimli,gidimli dünya”…Böylesi tanınmış,topluma iz bırakmış kişiliklerin ölümleri de kendi lisan-ı halleriyle geride bıraktıklarına çok şeyler söylüyor aslında.

    Sonrasında öğle üzeri hastahaneye gitmem gerekti.Daha önce iki kez artçıları uzun süreli olan deprem tecrübelerim oldu.Hele birisinde yerleşim yerinin zemininin de etkisiyle 3-4 ay sürekli beşik gibi sallayan sallantılar yaşadım ki;bu hal insanın psikolojisini bir süre sonra darmadağın ediyor,sürekli bir tedirginlik hali içinde bulunuyorsunuz.

    Uzunca zamandır öylesine bir deprem yaşamamış olmama rağmen,yakın zamanlarda dahi ortada hiçbir iz,emare yokken sanki birazdan deprem olacakmış hissine kapıldığım az değildir;bu o geçmişten gelen bozulmuş psikolojinin devam eden etkisi olsa gerek.Benim yönümden öylesine bir etki ki bu,hiç olmadık bir yerde ve zamanda dahi kendini tuhaf bir çağrışımla bir şekilde hatırlatıyor.Allah felaketleriyle imtihan etmesin…

    Hastahaneye gittiğimi söylemiştim;muayenehanede doktorla olan işim bitip kapıdan çıkmak üzereyken her yönden bir vaveyla kopuverdi.Baktım ki,çığlıklar halinde birbirine karışmış insanlar hastahaneden dışarı çıkmak üzere koşturuyorlar.
    Bulunduğum zemin kattan yukarıya doğru baktım,yüksek binayı başımın dönüyor olması sebebiyle sallanıyor gibi gördüğümü sandım,sonra anladım ki yaşadığım bir baş dönmesi değilmiş,gerçekmiş.

    Dışarı çıktığımda kucağında bebekleriyle,küçük çocuklarıyla haykıra haykıra ağlayan kadınlar,onlarla birlikte olana bitene aklı eren ağlayan çocuklar…Sonra yürüdüğüm dönüş yolunda binaların dışlarına çıkmış yol boyundaki insanların kimisi tedirgin,kimisinde ise hiçbir şey olmamış gibi gülüşmeler,şakalaşmalar.Bir de böylesi zamanlarda hiç eksik olmayan “daha büyüğü olacamışşşşş!” kabullenilmiş şayiası;bu iyi midir,kötü müdür?idrakinde değilim.Ancak şom ağızlı tiplerin bu ağızlarını hiç sevmiyorum…

    Kandilli rasathanesi zelzeleye 6.9 şiddetinde diyor ki,bu oldukça büyük bir deprem demek.Denilene göre de İzmir’in en büyük depremiymiş.Bu büyüklükteki bir deprem çok daha ağır sonuçlar bırakabilirdi;İzmir’in verilmiş sadakası varmış.

    Kendi açımdan ise psikolojimin en rahat olduğu deprem tecrübesini burada yaşadım.Allah’a şükürler olsun ;içimde büyük bir sekine hali var.Aslında uzun zamandır İzmir’deki deprem ihtimali ruhumu tedirgin ediyordu ve dualarımın arasında Rabbimden başta mübarek İzmir’imiz olmak üzere tüm şehirlerimizi koruması yakarışı da vardı.Allah bir daha yaşatmasın,vefat edenlerin mekanlarını cennet eylesin,geride hasarlarla kalanlara da sabır ve metanet versin.”Hak şerleri hayr eyler” ve inşallah sonrasında her şeyi güzel eyler.Allah büyüktür.

    Başa döneyim bitirirken;depremin büyük etkisi Mesut Yılmaz’ın ölümünü de unutturdu.Hem de gerisinden gelenlere yüce makamların mirasının ne olduğunu bir an için olsun düşünme fırsatı bile bırakmadan.Aslında asırlar öncesinden Dedem Korkut o mesajı kendi lisanıyla ölümsüzleştirmişti:”Gelimli,gidimli dünya/Sonu ölümlü dünya”.

    Krallara “ölmezsiniz!” diyen şeytandan başkası mıdır ki?

  8. Her depremden sonra depreme dayanıksız konutların yıkılıp yenisinin yapılması gündeme geliyor. Buna bazen kentsel dönüşüm dense de pratikte rantsal dönüşüme evriliyor.

    Türkiye’de 7 milyon kadar depreme dayanıksız konut olduğu belirlenmiş durumda. Ortalama 250 bin TL maliyet ve bazı altyapıların da yenilenme zarureti ile birlikte enaz 2 trilyon TL bir kaynak ihtiyacı demek bu. Türkiye’nin 2020 bütçesinin yaklaşık 1 trilyon TL olduğu düşünülürse bu çok büyük bir rakam. Evi yenilenecek vatandaşların da katkıda bulunması hatta zaman içinde tamamını ödemesi düşünülebilir. Fakat insanların pek çoğu uzun yılların birikimi ile ev sahibi olabiliyor, dolayısıyla başlangıçta çok büyük bir kaynağa ihtiyaç var. Diğer yandan inşaat sürecinde dar gelirli vatandaşlara kira yardımı gibi ilave kaynak sorunları da var.

    Yani Hükümet depreme karşı topyekun bir çözüm getiremez aslında fakat sanki yapabilirmiş gibi bir algı yaratıp popüler siyaset yapıyor. Arada bir TOKİ marifetiyle yapılan konutlar ile de bu algıyı güçlendirmeye çalışıyor. Aslında hangi Hükümet olursa olsun bu sorunu kendi hükümet döneminde çözemez. Fakat AKP 18 yıldır iktidarda olduğu için bu konuda gerekeni yapmamakla suçlanabilir. Hatta AKP=Erdoğan tam tersini yapıp büyük şehirleri daha da içinden çıkılamaz sorunlara boğmuştur.

    AKP=Erdoğan depreme hazırlık konusunda gerekeni yapmadı, fakat zaten gidici olduğu için depreme hazırlık konusunda asıl muhalefetin projelerini merak ediyorum.

  9. depreme karsi hazirlik nasil olur bilmiyorum..depremden ekonomiye gelmisken m.yilmaza da gelir diye bekledim ama belki ertesi gune ..

    merak ediyorum kac yazi yazilicak hakkinda kaci olumlu kaci olumsuz olacak.. adet olunun arkasindan hayir konusmaktir elbette ..
    kimi icin eski basbakan kimi icin ise 28 subat doneminin aktorlerinden biri olarak goctu.2002 de bir soylesisinde ‘konjoktur aleyhimize de olsa halkin ofkesi ve duygularina ragmen inandigimiz dogrulari yapmayi tercih ettik’ diye kendini savunuyor idi eski basbakan artik ayyuka da cikmis kendisi acisindan olumsuz anketler hatirlatildiginda . m.yilmaz ile beraber o secimlerde siyasi hayati bitmis oldu nicelerinin…benim asil merak ettigim daha sonradan da hala inandiklarinin dogru oldugunu dusunuyormu idi acaba m.yilmaz? belki bilen biri aydinlatir /

  10. «EMİN KORAMAZ YAZDI: “ALKOL VE ÖLDÜREN TÜKETİM VERGİSİ”
    30.10.2020
    TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Emin Koramaz, 30 Ekim 2020 tarihli BirGün Gazetesi’ndeki köşesinde, Türkiye’de son günlerde kaçak içki nedeniyle yaşanan ölümler üzerine yazdı.

    Türkiye’de son günlerde kaçak içki nedeniyle yaşanan ölümlerin ardı arkası kesilmiyor. Alkollü içkilere getirilen Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) artışları ile (ki bu yıl %70 e yakın bir orandadır) yıldan yıla ölüm oranlarını sürekli yükseltmektedir. Mesleğimiz gereği bu meseleye hem güncel ve toplumsal, hem de teknik açıdan bir bakış açısı sunalım istedik.»
    diye devam eden bir yazı…

    İzmirdeki tuzla buz olmuş binaların sorumlusu arkadaş neyle meşgul acaba diye tmmob un websayfasına bi bakiim demiştim, en tepede birinci haber olarak başkanın bu önemli yazısı duruyordu!

    Evet, sn.bernar hayat kırılgan falan değildir, en azından bazı oda ve baro başkanları için!
    ÇÖZÜM ÖNERİM:
    Var mısın; bu tmmobu kapatalım gitsin ve tüm kentsel dönüşüm işi ile toplu konut üretimini toki yapsın?
    Ahmet bey size de uyar mı?
    Efendim, duyamadı?
    Kemküm hıkmık ama khklılar noolacak mı?

  11. Hem kahraman, hem gözükara, bazan kendini akıllı sanan, çoğu zaman aptala yatan..
    Yine de birçok ülke insanlarından daha iyidir güzel ülkemin insanları. Hele ki İzmirin insanı nadide bulunur, belki de tek çiçektir mazide kalan.
    Onlarca belediye değişti birgün duymadık şu kadar bina yenilenirse iyi olur diyen, şuranın zemini aslında bataklıktı dan başka!
    Öncelik beş katlı yeri yıkalım, yanına bir bina daha yapalım,
    Başgan da bizden olursa! On kata çıkardık mı, ma aile dünyalık tamam!
    Ya öteki dünya? Sen ki bu dünyaya misafiriz gözüyle bakmıyormuydun daha düne kadar? Ne oldii? Ne fikrini değistirdii?
    Depremi anlatan makbul bir zat, hep fakirlik fakirlik te fakirlik dedi durdu.
    Siyasetçi ise ekmek için ekmek te ekmek, her apartmanın önünde poşette yiyeceginden fazla alıpta köpeğe yem atar gibi bir gururla! Astığı küflenmiş ekmekleri yiyen ölü bir hayvanı görmüşken..
    Nihayet devletin başı çıkıp benim ülkemde aç insan yok demese,
    Yıkılan Kolonları fakirler kemirdi bile diyecekler!
    Fakir yok sözü ile de haliyle ya mutahit yada kontrolcüsü demiri çimentoyu pipetle değiştirdi bile derler.
    Ey Koru, demirin çimentonun, kapının kolunun, kalorifer su borusunun, elektrik lambasının kablosunun, mobilyanın tahtasının dövize göre ayarlanmışken nedir aklın zoru? Nasıl yeni ev yapılır da içinde oturulur? Al sana soru.

  12. Depremden çıkan ders “Size saldıran mıstevlilere karşı haddinizi bilin öyle Suriye ,Doğu Akdeniz ,Karadağ a karışmayın yoksa onlar sizin yumuşak karnınızı biliyor ekonominizi mahvederler “

    • Yani ekonominin bozulmasının nedeni Erdoğan değil demeye getiriyorsunuz. Depremden bile bu sonucu çıkartmışsınız ya helal olsun. Reisi bütün müminsiniz vesselam.

    • Kamal Derwish i getirsek işler yoluna girer mi?
      IMF ye yalvarsak
      Akdeniz den, Libya dan, Suriye den, Irak ‘tan çekilsek,
      Karabağ’ı, Sudan’ı, Katarı, Kuveyti. Abd ve Ab ye terk etsek işler yoluna girer
      Bir zamanlar peşkeş çekilen Filistin, Musul, Kerkük vd sehirlerimiz gibi

      • Siz bunları “Yunan kazansaydı daha iyiydi” diyen Kadir Mısıroğlu muhiplerine anlatın. Kuvay-ı Milliyecilere milliyetçilik dersi vermeye kalkışmanız çok komik oluyor. Senin Reis de milliyetçi değil, ümmetçi zaten. Devlet bir punduna getirip ‘takkeli bozkurt’ yaptı. 🙂

  13. Eveet bu bize ders oldu yaşasın imar barışı!!!! yaşasın yeni binalarda yönetmeliği sonuna kadar uygulamayan yapı kontrolcüler

  14. Sayın Koru, şahsınızda tüm İzmirlilere geçmiş olsun, Allah beterinden muhafaza etsin…

  15. «İzmir depremi hepimizi sarsmalı, mümkünse titreyip kendimize gelmeliyiz»
    Yerinde bir çağrı ama koronavirüsün bütün dünyayı kasıp kavurduğu bir dönemde bile dolar kurundaki artıştan başka bir konu bulamayan uyanıklar için nafile…
    Daha ilk günden “hiçbir hükümet bu salgına 6 aydan fazla dayanamaz!” diyen hala ortalarda yok; halbuki kendinden çok emindi, salgın 6 ayını dolduralı da epey oluyor…
    Hiçbir virüs türkiyenin aldığı tedbirlerden güçlü değildir!!!
    Dün biri bana çözüm soruyordu, halbuki bir önceki depremde söylemiştim; tabii kulak var duymuyor, göz var görmüyor, dil var papuç kadar; üstadı bernar hoca bile katılmıştı çözüm önerime, tekrarlıyorum:
    TOKİ–TOKİ–TOKİ!!!
    Hayır toki kapatılsın demiyorum, tüm ülkedeki tüm belediyeler kentsel dönüşüm için toki ile işbirliği yapsın, direnen belediyelere kayyum atansın, başta seferi hisar ve izmir olmak üzere!
    Önceki hiçbir depremde hiçbir yerde toki konutlarında tek çatlak yok!
    ÇÖZÜM MÜ İSTİYORSUN AL!!!
    Olmadı mı?
    TOKİ–TOKİ–TOKİ!!! AL!!!

    • 1999 büyük depreminden sonra getirilen yeni kurallar ile yapılan binalarda çatlak var mı? TOKİ müteahhitisin galiba!

      • Evet, hepsi van depreminde un ufak oldu abdül, tokide ise tek çatlak yoktu orda!

        • Atma, hepsinin yıkılması mümkün değil. TOKİ konutları daha sağlamdır tabi de neticede onları da ihale ile inşaat firmalarına yaptırıyorlar. Yani yapılması gereken tavizsiz sıkı denetim.

    • Bozuk saat bile günde iki kez doğruyu gösteriyor ama siz tek bir kez bile kendi doğrularınızdan şaşmıyorsunuz. Her yayınladığı sayısal veri (enflasyon, işsizlik, hatta pandemi dönemi) palavra olan bir hükümet normal ülkelerde istifa ederdi. Ama biz normal bir ülke olmaktan çoktan çıktık. (her haltı yiyip sehven deyip kıvıran, yanıldık diye yakınan bir ucebe devlet olduk. -Ha Gayret kabul etse de etmese de). Korona daha geçmedi, bu anlamsız, yersiz ve zamanında alınmayan önlemlerle geçeceği de yok. Tüm Dünya bu dertten yakınırken güçlenerek bu dönemi aşacağız diyen yalancıların mumu yakında yanacaktır. Ha Gayret pek yanaşmasa da bir iddia daha (Gelecekte bu beladan en çok zarar gören ülke TC olacaktır.) Dolar kurunu mu baz alsak, ihracatı mı, GSMH mı, kişi başına USD bazında geliri mi, ölen sayısını mı, kapanan işletme sayısını mı, gelen yabancı yatırım miktarını mı baz alacağını HA GAYRET beyefendi karar versin. Elbette saraymatik değil DSÖ verileri dikkate alındığında) İstanbul’da 500.000 e İzmir’de 250.000 e yakın imar affı başvurusu yapılmış. Bu durumda yıkılan binalara, yıkıntıların altında kalanlara üzülmeli miyiz, buna neden olanlara küfür edip ceza mı vermeliyiz? Bence üçüncüsü. Çıkarılan her türlü af (Adli, vergi, prim, imar vb.gibi) insanlara dürüst olmayı bırakın, enayilik edip iyi vatandaşlık yapmayın, bunun yerine hırsız ve sahtekar olun demektir. 2002 den bu yana her iki yılda bir bu yapıldıysa fazla söze gerek yok. Ve bu afları isteyenler, çıkaranlar, oy verenler, destekleyenlerin alayı, istisnasız tümü hırsızdır, sahtekardır. Herkesi kendilerine benzetmeye çalışmaktadırlar. Yalnızca ben hırsızım ama sen de hırsızsın demek için adeta… Bu işler insanımıza ancak kötek ile anlatıldığından yıkılan binaların müteahhitleri, ekibi (ustaları ve mühendisleri) ile bu binalara göz yuman, izin veren rapor veren eski yeni tüm memur, amir ve siyasiler ile yakınları sınırsız sorumlu sayılıp maddi manevi zararlar bunlar tarafından karşılanmalıdır. Ki bundan sonra buna yeltenecek olanlar ve yakınları bin kez düşünsün, zamanında ihbarda bulunsun, bir daha böyle abuk binalar dikilmesin. Yandaş müteahhit arpalığı, zevksiz ve kötü binalar yapan TOKI mi , olmaz olsun.

      • Yahya bey tokide estetik kaygılara da artık önem veriliyor, en kötü binasında bile bugüne kadar tek deprem hasarı oluşmadı, canını seven toki evlerine taşınsın, komşularınız belki ayakkabılarını kapı önüne bırakır ama bina üstünüze çökmez, tercih sizin?

  16. İzmir’de doğmadım, ama gençlik yıllarım dahil hayatımın büyükçe bir bölümü orada yaşandı. İçinde yaşayıp kendisine “ev” dediğimiz daire, hesap açtırdığım, defalarca kapısından içeri girdiğim Ziraat Bankası’nın Manavkuyu şubesinin hemen yanında iken şimdi bir enkaz yığını haline gelmiş 7 katlı binaya birkaç dakikalık yol yürüyüşü uzaklıkta.

    Şimdi, onbinlerce kilometre uzaktan, dünyanın bir diğer ucundan bilgisayar ekranında deprem görüntülerine, gündelik olarak birden çok kez önünden geçtiğim apartmanın enkazına bakarken, hissettiğim duygunun tanımı yok. Bir duygu, üzüntü gibi diğer duyguların önüne geçiyor: eksiksiz bir bilinçle hayatın kırılganlığının farkına varış hali ve buna eşlik eden o tanımlanamaz duygu.

    Bir tıp derneğinin genel sekreter yardımcısı, eşini ve iki çocuğunu yitirmiş depremde.

    Depreme açık denizde tutulmuş kimi balıkçı teknelerinden haber alınamıyormuş. . .

    Pekala diğer yüzlercesi, hatta binlercesi gibi sıradan bir gün olarak yaşanabilecek iken, üç beş saniye içinde insanların bir kısmına cehennemi acı ve üzüntüler yaşatabilen bir kara güne uyanmış olabiliyoruz -o günün getireceği, belki yıllarca ruhumuzun bir parçası olarak yaşanacağı bela ya da felaketlerden tamamen habersiz olarak.

    Bu, hayatın dehşet verici bir kırılganlığı.

    Belki de tam da o kırılganlığın o dehşet verici doğası yüzünden, hemen hepimiz, öyle bir kırılganlık hayatın bir diğer gerçekliği değilmiş gibi, hayatın öyle bir kırılgan yanı yokmuş gibi davranıp yaşantımızı öyle sürdürmeyi yeğliyoruz.

    Oysa, benim “hayatın kırılganlığı” dediğim o gerçeğin bilincimizdeki yeri kalıcı olsa, pek çok şey büyük ölçüde değersizleşip anlamsızlaşıyor -bir iktidar seçmeni ya da muhalif olarak yorum yazmak, bir siyasetçiye veya birbirimize öfkelenmek gibi.

    Sadece büyük felaket zamanlarında bir ya da birkaç gün (hatta belki bir kaç saat) bilinç kapımızı açıp içeri girmesine izin verdiğimiz o bilinç halini kapı dışarı etmemiz zaman almayacak. Arzularımızın ya da kişisel dertlerimizin peşine düşeceğiz -her zaman yaptığımız gibi. Erken seçimi, HDP’yi, döviz kurlarının yükselişinin sorumluluğunun kimde olduğunu, İyi Parti’nin durumunu vs. konuşup tartışacağız.

    Yine ateş yalnızca düştüğü yeri yakmış olacak. Diğerleri, bizler, sahte ya da samimi üzüntü duyguları ifade edecek, sonra olağan yaşantılarımıza dönüp hayat hiçbir zaman kırılgan değilmiş gibi yaşamaya devam edeceğiz.

    Bilinç halinin ağırlığına dayamayıp bilinçsizlik halimize kaçış, gündelik hayata sığınma bir korkaklık mı, yoksa anlaşılıp mazur görülebilir bir insan zaafı mı?

    Her ne olursa olsun, yol açtığı şey berbat bir çaresizlik duygusu.

    Biliyoruz ki, muhtemel İstanbul depremi için önlem almayacağız.

    Biliyoruz ki, biz ya da siyasi parti liderleri el sıkışıp kucaklaşarak kardeşce bir dille bir diğerinden hakkını helal etmesini isteyip ortak meselelerimizi ortaklaşarak çözmek, ülkeyi daha iyi, daha güçlü kılmak için masanın etrafına oturmayacak.

    Hayat, ne kadar kırılgan olabildiğini bizlere acı ve felaket aracılığıyla hatırlatsa da, biz o hakikate yabancıyız, biz birbirimize sağırız.

    Var mı bir şansımız birbirimizi işitir hale gelme ve o halde kalma konusunda?

    Bir kaç saatliğine veya birkaç günlüğüne değil, yılın çok sayıdaki sıradan günlerinde de birbirimizi arkadaş sayıp birbirimize çay ısmarlayıp akşama yemeğe davet edecek miyiz?

    HDP’ye oy verme halini, bir nefret değil, neşeli bir dost yarenliğinde alaycı bir takılmaya, kahkaha atma fırsatına dönüştürecek miyiz -“Bölücü bu, ben pişti partisinde bölücülerle eşleşmem!”?

    “Dediğim gibi olur erken seçime gidilirse, sen kasaba yollanıyorsun, çiğ köfteyi de aha bu Atatürkçü ile boş oycu yoğuruyor, tamam mı, anlaştık mı?”

    “Seçim olmazsa da, sen “Ne mutlu türküm diyene” tişörtü giyip sokakta 5 dakika zeybek oynuyorsun o zaman, sonradan su koyup yan çizmek yok, söz mü? Yeminle söylüyorum, seni videoya alıp videoyu da Youtbe’a yükleyeceğim!”

    Hayal mi bu?

    Bize hep sağırlaşmışlık, bize hep felaket mi düşecek?

  17. «En meşhur son sözlerden birini kendimize uyarlayayım: “Bu da bize ders olsun.”»
    Bişey olmaaaz…
    Akif ne güzel sormuş:
    “Ağzım kurusun, yok musun ey adl-i ilahi”
    Olmaz mı?
    «Allah ülkemizi, milletimizi, yaşadığımız mekanları, hepimizi kötülüklerden korusun.»
    Olur!

Yoruma kapalı.