‘İstanbul sözleşmesi’ üzerine kopan fırtınanın gerisinde yatanı birlikte irdeleyelim mi…

12
Reklam

Türkiye’de kadına şiddet had safhada. Her gün bir yerlerde kadınlar, hayatlarını, babaları, abileri, eşleri, sevgilileri elinde kaybediyorlar. Ölmeyip kendilerine karşı gösterilen şiddetten sağ kurtulanların sayısı çok daha fazla; onlar da her an yeniden aynı şiddete maruz kalıp bu kez öldürülmenin endişesini yaşıyorlar.

Yüzüne kezzap atılanlar da var.

Sergilenen bu şiddet olaylarının bazısı ‘namus cinayeti’ gibi gerçeği ters yüz eden bir isim de taşıyor.

Namussuzluğun adı ‘namus’ diye takdim ediliyor.

Ülkemiz böyle bir ülke olmayı hak etmiyor.

Daha ağır geleni, şiddete başvuran, döven, vuran, sakat bırakan ve öldürenlerin ‘anlayışlı’ yasa maddeleri sayesinde hak ettikleri cezaları almamaları, çeşitli indirimlerden yararlanmaları, cürümlerinin hemen ertesinde ellerini kollarını sağlayarak insan içine karışmalarıdır.

Cürümlerini tekrarlamak üzere…

Böyle bir Türkiye tablosu varken ve yasaları bu durumdan kurtulmayı getirecek değişikliklere tabi tutmak gerekirken, sanki ülkeyi çağın dışına iten kadına şiddet olayları yaşanmıyormuş, her yer günlük güneşlikmiş gibi davranılıyor. 

Reklam

Kadını erkeğiyle eşit bir eş, saygı duyulması gereken bir cins ve toplum hayatında değerini daha kolay ispat edebilecek bir varlık olarak tasarlayan uluslararası bir sözleşme işte böyle bir zeminde, iptal edilmesi istenerek, tartışmaya açılıyor.

Hem de bizim ülkemizin öncülüğünü yaptığı, Avrupa Konseyi’nin üye ülkelerince uygulamaya konulması amacıyla imzaya açtığı, BM’nin de benimsediği sözleşme, ilk kez en değerli kentimizden dünyaya duyurulduğu için ‘İstanbul sözleşmesi’ adını taşıdığı halde… 

Anlaşılır gibi değil.

Günlerdir, tartışmanın taraflarının açıklamalarını takip etmeye çalışıyorum, aklıma en sık gelen, ‘ayıp’ sözcüğü oluyor.

Konunun bugünün gerçeği apaçık karşımızda dururken tartışılmasını ‘ayıp’ buluyorum.

Tabii tartışmaya ‘ayıp’ ifadeler de karışıyor…

On yıl geçti aradan

Uzun adı ‘Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ olan metin, 2011 yılında ilk İstanbul’da imzalanarak dünyaya duyuruldu. Bir yıl sonra da TBMM metni görüştü ve sözleşmeyi onayladı. 

Reklam

Aradan geçen onca yıl içerisinde, şimdi bağıra çağıra sözleşmeyi ‘tehlikeli’ bulanların ‘tehlike’ olarak gördüklerini ileri sürdükleri hiçbir ‘yeni’ aykırılıkla karşılaşılmadı. Aile birliğini bozan, erkekleri erkeklikten kadınları kadınlıktan uzaklaştıran olaylar yaşanıyor ve buna sebep aranıyorsa, onlar için ‘sözleşme’ metnini suçlamak yerine, kendi psikolojimizi, kendi sosyolojimizi gözden geçirmeliyiz.

Sorun sözleşmede değil bizde.

Madem gerçeği aramaya başladık, tartışmanın şimdilerde -imzadan dokuz, onaydan sekiz yıl sonra- başlamasının sebepleri üzerinde duralım.

Sözleşmeye karşı çıkanları, eşlerini döven, kız çocuklarına hangi yaşta ve eğitimde olursa olsunlar ‘korunmaya muhtaç’ gözüyle bakan tipler olarak tanımlayamayacağımıza göre, çıkışlarının ardında çok daha başka sebepler aramamız şart.

Karşı çıkanların ağzında İslam dini çokça kullanılsa bile, sözleşmede bu itirazı hak eden bir unsur yok. Hz. Peygamber’in hanımlarından başlayarak, kadın, İslam dininin sağladığı kolaylıklar sayesinde, sosyal hayatın en merkezi yerinde yer alabilmiş, ekmeğini kazanabilmiş, ilgi duyduğu alanda yükselebilmiştir. 

Bedel ödetiliyor ve belki de…

Tartışmanın din ile bir ilgisi yok. Geçiniz.

Din ile ilgisi yok, ancak kendini dindar sayanlarla ilişkisi var.

En çok da siyasi hayat içerisinde bulunan, siyasete ağırlık koymak isteyen, çıkışıyla “Ben de varım” mesajını vermeye çalışan erkeklerle…

Geçenlerde bir ilahiyat profesörünün belirli çevrelerin siyasete ağırlık koyma girişimine dikkat çekmek için “Binlercesi geliyor” uyarısında bulunması üzerine kopan farklı tartışmayı hatırlayın. ‘İstanbul sözleşmesi’ işte o çevrelerin bazılarına iktidara olan yakınlıklarını hatırlatma fırsatı yerine geçiyor.

“Bizi unutma” mesajı…

İktidar ‘İstanbul sözleşmesi’ni imzaladığı dönemlerin ardından girdiği yeni yolda, son sekiz-on yıl içerisinde kurduğu ittifakların kapısına dayattığı bir sorunu yaşıyor bugün: İttifakın tarafları, iktidara, hem de en tepeye, “Biz senin doğal çevrenden, en yakınlarından daha önemliyiz” demenin yolunu ‘İstanbul sözleşmesi’ eleştirisi arkasına sığınarak bulmuş görünüyor.

Bedel ödetme çabası bu. Belki de bedel tahsil etme…

Aksi halde, sözleşmenin ilk gündeme geldiği dönemlerde, metnin hazırlandığı on yıl, imzalandığı dokuz yıl ve TBMM’de onaylandığı sekiz yıl öncesinde hiç gündeme gelmemiş itirazların bugünlerde iktidarı sarsacak boyutlara ulaşmasının bir anlamı olabilir mi?

İtirazcılara bakın, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.

[Bir başka sebep daha var. Onu da yarın yazabilirim.]

ΩΩΩΩ   

Reklam

12 YORUMLAR

  1. Kadın ve erkek, ikisi de birbirinin tamamlayıcısı.Birbirine muhtaç iki canlı.Erkekler fiziki olarak kadınlardan daha güçlü.İslam dini erkeklere bu fiziki gücü kullandırtmamış.Yalnız, bugünkü kendini çagdas zanneden zihniyet varya onlar kadıınları daha çok eziyor ve aşagılıyor.Tv dizilerinde daha çok seyirci alsın diye kadınların bedenini kullananlar,reklamlarda kadınların bedenini kullananlar,ticarette kadınların bedenini kullananlar sonra çıkıp kadın haklarını ve insan haklarından bahsedenler sorun islamdaymış gibi gösterenler var ya esas şiddeti kadınlara bunlar uyguluyor.Sonra da bunu özgürlük diye sunuyorlar.

  2. Bu yazıda, kadın köle ticareti yapanlar! Köprü olarak Türkiye’yi nasıl kullandıklarını yaziyor.

    nasıl

    Bu soruları soruyorum ama bir yanıt alamayacağımızı da biliyorum.

    AKP’li dindar kadınlar bu işin takipçisi olurlar ve bir yanıt alabilirler mi dersiniz?

    Yoksa, kadın Ezidi, adam Müslüman diye onlar da başlarını ters tarafa çevirirler mi?

    Benzer Haberler
    Ankara’da 144 belediye personeli Coronavirus’e yakalandı

    https://www.artigercek.com/haberler/mehmet-y-yilmaz-ankara-da-kole-kadin-ticareti-istihbarat-orgutleri-ne-isle-istigal-ediyor

    • İstanbul sözleşmes’inden çekilmek isteklerinin sebeplerinden biriside yukarıya kopilediğim linkin soru bölumundeki sorulardan kaçmak içinde olmasınmı?

  3. Hatırlamada fayda var! MSP onun içinden NUR topu gibi doğmuş bir AKP.
    Bunları doğuran ERKEKLER kadınlar’ın omuzlarında zirveye çıktılar…
    Ne zaman, başları sıkışsa hemen Kadınları ortaya süriyorlar ve KADINLARIN sayesinde “ÜŞKAĞATCILIKLARINI” kapatiyorlar, ve lokmayi loop demeden yutuyorlar.

    Bu gelenek’ten gelenler
    Şimdiye kadar(istisnalar hariç) Dini satarak rant elde ettiler ve yukarda beliritdiğim gibi hazır lokmaları çiğnemeden loop diye yuttular…
    Ülke’nin can damarlarını kuruttular ve halkı bin parçaya böldüler.

    Bizde bir laf var Ecem yuvarlanır papağını bulur, tencere yuvarlanır kapağını bulur.
    Din satarak kendilerini yükseltenlerin Tavşana kaç taziye tut Taktikleri iş birlikçileri ile birlikte yaptıkları çakma darbeler ile uyutulan millet’ı bırakarak, önce can güvenliklerini garanti alabilecek ülkelere abayi attılar, ve akabinde oralarda õtmeye başladılar.

    Şimdi, bu İstabul sözleşmesi falan ortaya atmalar’ının nedeni her zaman yaptıkları gibi hedef saptirıp, kirli işlerini millete yutturma’nın en kolay yolu “GENE DİN SATIŞI” taktiği ile her zaman bunları hedeflerine uluştıran kadınların arkasına sığındılar.
    Bu lakırtıların hepsi dışarda başlarına gelecek belalardan kurtaram amaçlı suni günden oluşturma.

    Hak verilmez allınır, bunuda en iyi hakkı çiynenenler ala bilir.
    Aslında! Hastılığı’n tedavisi teşhisinin doğru yapįlması ile mümkün olur. Buda hastanın kendi iradesi ile olabilen tedavi sistemi gibi bir olay.
    Yoksa, esas hastalığın virüsü tarafından tedavisi mümkün olmaz… onun için kadına şiddet uygulayan erkekler değil şidete maruz kalan kadınlar kendilerini savunur, buda öğle sahte mağdurluk rolu oynayanlar ile mümkün olmaz.
    Hani Türk vatandaşlığını bırakarak ABD vatandaşı olmuş ve orda yaşyan hanımı getirip millet vekili seçtirerek meclise baş õrtüsü ile sokup Ecevit de dahil solcuları bitiren o olayın baş röl oyunculari gibiler ile değil.
    Gerçek Din satmayan mert insanlarla olur.

  4. Günün erken saatlerindeki ilk yorum metnimde, “Dilipak ve diğerleri AK Parti’nin attığı (ya da AK Parti’ye attırılan) oltaya takıldı, kafaları işliyorsa, susup kenara çekilsinler, değilse işleri yaş olacak gibi gibi” demeğe getirmiştim. Şimdi görüyorum ki, yuttukları zıpkından silkinerek kurtulmaya çalışıyorlar. Az önce Cumhuriyet Gazetesi’ne düşen haber:

    “Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sunulan ve İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesini isteyen raporu hazırlayan Türkiye Düşünce Platformu, sözleşme konusunda geri adım attı. Platformdan yapılan açıklamada, “Biz platform olarak artık bu konudan çekiliyoruz, herhangi bir şekilde bu işin bir parçası olmayacağız çünkü çok yorulduk, yıprandık” denildi.”

    Son köşe yazısında, “sözleşmeyi iptal etmemeleri halinde kendi sonlarını hazırlamış olacaklarını söylemiş” olan Yeni Şafak’ın Yusuf Kaplan’ı paniklemiş görünüyor.

    Ricad borusunu var gücüyle öttürürken, kuyruğu dik tutuyormuş gibi görünmenin çaresini, ‘dava arkadaşları’na giydirmekte bulmuş attığı twitte:

    “Benim yazdıklarımdan Erdoğan’a tehdit çıkaran ya salaktır, ya da asalak. (. . .) Bu yaptığınız çok çirkin! Pespayeliğin bu kadarına pes!”

    Salak ya da asalak, öyle mi?

    Üstelik de pazara kadar değil mezara kadar sürecek ‘dava mücahidi’ arkadaşlara?

    Çok çirkin ve de pespayelik, öyle mi?

    “Fahişe”, “AK Parti’nin papatyaları”, “salak”, “asalak”. . .

    Dava (!) adamlarının birbirlerine söyledikleri laflara bakın hele!

    “Sosyal medyanın dili çok kötü!” diye yakınanların, bunu da sosyal medyayı susturmanın bahanesi yapanların birbirlerine karşı kullandıkları dile bakın!

    Reis’in işi zor gerçekten.

    Yedi düvelle mi savaşsın, bunlarla mı uğraşsın?

    Ne Dava Ordusu’ymuş bu be birader -yalan mı, sayın H. Gayret? 😉

  5. Bu olayı sadece din üzerinden konuşma, tartışmaya açmayı doğru bulmuyorum.
    Böyle devam edilirse din simsarları sahte cemat yarikat sarmalına girebilir ülke ve insanımız ki,
    bu yaygarayı koparanların da istediği belkide tam da budur.
    Toplumsal sosyal bir hatta birçok yarayı bir torbaya doldurup (son yılların modası) bir parmak şıklatarak çözdüğünü iddia eden görüntüsü!
    Tek tek ele alınarak ilk eğitim öğretimden meclis kanunlarına ve hatta toplumsal ahlk duyarlılık vb kurallara kadar konuşulması düzenlenmesi gerekir ken belkide!
    Bir imza attık çözdük!!!
    Kadının sortından sopa..!!!
    Saçı uzun aklı kı..!!!
    Yada,
    Seni bir şikayet ederim! Hıımm.
    İşte bunlardır belkide başlangıç noktası.
    Bazan insanlar bir şeyin suç mu hakmı olduğunu bilmeli, eyleme geçmeden müeyyidesini biliyor olmalı ki suç oluşmasın.
    Çocukluktan bilinçaltına yerleşmemeli ki yapmasın. Doğruyu öğrensin.
    Kadının çocuğun ailenin değerini, önemini hissttir ki kadir kıymet bilsin.
    Hem kanun sözleşme yerinde dursun,
    Hemde en baştan başlat bakalım ne olacak doğru olanı.

  6. Herkes boşa konuşuyor.
    Çünkü henüz Reis konuşmadı.
    O konuşunca olay çözüme kavuşur.
    Şimdi tartışanların en az yarısı ters köşe olur.
    Ama onlar zaten alışık böyle şeylere.
    Kıvırmaktan bel fıtığı oldular zaten.

  7. Sözleşmelerden sözleşme beğenmek mümkün mü? Evet, mümkün.

    Söz gelimi, metni okumadınız, sözleşme maddelerinin Türk aile kurumunu yerle yeksan ettiğini ve etmeye de devam edeceğini vs. işittiniz bir yerlerden, ve kafanızı İstanbul Sözleşmesi’ne taktınız. Yani, sözleşmeyi beğenmiyorsunuz, “Çıkalım gitsin!” diyorsunuz.

    Fazlaca sorun değil.

    Orada burada sizi memnun veya mesut edecek bir sözleşme vardır mutlaka. Bunun için yapmanız gereken iş, arada bir de olsa, kafanızı A Haber veya benzer kanallardan kaldırmak, ‘şer cephesi’nin gazetelerine (örneğin Karar Gazetesi’ne) de göz atmak -en azından ‘düşman’ınınızın ne haltlar karıştırdığını görüp önlem almak için. Mutlaka sizi memnun edecek bir sözleşmenin varlığından haberdar olursunuz.

    Mesela?

    Mesela, Suriye Demokratik Güçleri (kısaca PKK) ile ABD’li petrol şirketi Delta Crescent Energy arasında imzalanan petrol sözleşmesi.

    Reis’ten de, arada bir su koyuveren promptırından da ses ve görüntü yok mu?

    Olmasın varsın.

    Üzüntüye mahal yok.

    Üzülmeyiniz, çünkü bu ikisinden ses ve görüntü gelmemesi, DSG Genel Komutanı Mazlum Abdi’nin başkanlığındaki heyet ile Amerikan şirketi arasında imzalanmış ve ABD Federal Hükümeti’ne de kimi yükümlülükler getiren bu milli ve de yerli anlaşmanın imzalanmamış olması anlamına gelmiyor.

    Sizi gidi pabucumun “güçlü Türkiye’nin bağmısızlıkçı anti-emperyalistleri” sizi!

    • Valla ben Reis’in performansından gayet memnunum, Ali Bey. Kendisinden bekleneni, kendisinden beklenmeyen bir enerji ile yerine getirip, “Tepikle!” diye önüne atılan her topu doksana takıyor -kalenin kendi iktidarının kalesi olduğunu söylemeye gerek yok.

      “Siyaset boşluk kaldırmaz” derler -bugün ben de kullandım bu ifadeyi. İfadenin açık ve anlamlı açılımı şu: Siyasal partilerin en temel işlevi, halk yığınlarını indinde kapitalist düzene rıza üretmek. Bunu beceren gelir, beceremez hale geldiğinde gider. Gelen veya giden solcu iktidarmış, milliyetçi ya da siyasal İslamcı parti imiş, nihai olarak bunun sanıldığınca kıymet-i harbiyesi yoktur düzenin sahipleri açısından.

      Düzenin gerçek sahipleri, ne Reisçi, ne İnce’ci, ne Cemaatçi, ne demokrat veya Abdülhamitçi, ne bilmem necidir.

      Reis’in bizatihi kendisi gibi, bugün onunla, yarın öbürüyle yürürler.

      F35 de alınır, S400 de. Milliyetçilik ayaklar altına da alınır, ahalinin yarıısı yeterince millyetçi bulunmayıp zillet de ilan edilir. PKK’yı bitirdik de ilan edilir, ertesi hafta hamaseti bol soslu bir operasyon ismiyle Kandil’e operasyon serisi de başlatılır. Rus uaçığını düşürdük diye de şişinilir, oturup özür mektubu da yazılır. “Ulen bunların alayı faşist!” de denir, sonra gidip faşistlerin hükümetine bakanlar gönderip “Bize turist göndersene” de denir, vs.

      Zenginliklerine yeni ve marjı yüksek zenginlikler katma konusunda Reis bunlara (Beyaz Türk seküler İstanbul sermayesi) bir sıkıntı vermedi. Bir istedilerse, Reis, “dört de benden olsun” deyip beş verdi. Bu cephede sorun yok(tu). Onlar da ona gazetelerini, televizyonlarını, gazeteci/medyacı kılıklı seküler sürüngenleri verdiler. Alan memnun, satan memnundu.

      Bunlar da, siyasal partili elitler de semirdikçe semirdiler.

      Şimdi, Reis ve partisinin kullanım ömrünün sonuna gelindi. Toplumsal desteği yüzde 30 bilmem kaça kadar geriledi. (MHP’nin her daim yanında durup arka çıkacağını sananlar feci halde yanılıyorlar.)

      Gerileme devam edecek görünüyor.

      AK Parti’den umudunu kesen yoksullar, bir tür saatli bomba. Bunlar muhalif partilere falan gitmiyorlar, gitmeyecekler. DÜZEN’den soğuyor, DÜZEN’den kuşku duymaya başlıyorlar. Bu, hem gereksiz, hem arzu edilmez, hem de kolay kontrol edilemez bir toplumsal radikalleşme potansiyeli. Eskiden sosyalistlere falan yarardı bu. Şimdi, katlanılması gerekli ve kaçınılmaz olmayan selefi radikalizme evrilir, can sıkıcı olur.

      Parti’nin sadece yol açtığı yoksulluk ve sefalet yüzünden iktidarı yitirmesi istenmiyor. Yanısıra, siyasal İslamcılık uzun bir süre kendini toparlayamaz hale gelsin diye, eş zamanlı olarak, yönetim beceriksizliği, ahlaki düşkünlük, mala mülke olan şehvet, ilkesizlik, sözüne güvenilmezlik vs. açısından da kaybetsin, güdükleşsin isteniyor. (Siyasal İslamcılığın Reisçiliğin kendisinden ibaret olmadığını ben de biliyorum, ama, böyle bir temsiliyetin oluşmasına bu arkadaşlar istemeden de olsa kendileri izin verdiler.) TV ekranlarındaki düzeysizlik ve lumpenlik, iktidar elitlerinin galiz laflarla birbirlerine düşmeleri, Reis’in artık hissedilen yorgunluğu içinde bir gün öyle, ertesi gün böyle şeyler söyleyip dıurması, halkın yakıcı meseleleri ile uzaktan yakından ilgisi olmayan keralaka tartışma temaları yaratıp durması, canlı yayında promptır su koyuverdiğinde donup kalması, Damat’ın kafa bulur gibi ekonomiye güzellemeler döşenip durması, vs. bu ikinci arzunun da yerine gelmesini sağlıyor.

      Azınlık durumuna düşmüş olmaları yetmiyor, azalıp güdükleşmeleri bekleniyor.

      Daha ne kadar beklenecek?

      Ben öngörümde ısrarcıyım. Bu yılın sonbaharı da mümkün, gelecek yılın baharı ya da erken yazı da.

      Ağustos’u bulmaz.

      Erdoğan değil, düzenin sahipleri karar verecek.

      O arada, durmak yok, kendi kalesine tepiklemeye aynen devam’ın yeni, çeşitlenmiş, çoğalmış örnekleriyle yaşayacağız gündelik siyaseti.

      Ardından, Bahçeli’yi de göreceğiz, AK Partili vekillerin, medyacıların ‘dava’ya sadakatini de.

      Ortalık fokur fokur ‘hain’ kaynayacak!

      Çil yavrusu gibi oraya buraya dağılacaklar -artık şahsi ikballeri nereye işaret ediyorsa oraya.

      AK Parti ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi daha şimdiden sizlere ömür. Reis, kendisine biçilmiş yazgıdan yırtmak üzere son bir hamle yapıp kendi eliyle parlamenter sisteme geri dönüş yolunu açmak isteyecek bence. Ama, artık ortada ne parti teşkilatı var ne bir şey. Dava mava hikaye. Vekili ile, teşkilatçısı ile, Soylu Bakanı bilmem necisi ile, pek çoğu oraya buraya gider, şansını yeni partilerde arar. Reis de olmayan bir şeyin başına ister Damadı, ister özel şoförünü geçirsin -okçuluk derneğinin başı olmak kadar kıymet-i harbiyesi olur.

      Hiçbir siyasetçi, kaybedecek olanla kaybetmek istemez. İkitidardan gidiciyseniz, nemalandırma vaadinizin karşılık bulacağı umudu örselenmiş ise, kimseyi tutamazsınız. Çünkü bu bilinen partilerden her biri bir “dava” değil, bu dünyanın nimetlerinden yararlanma partisidir.

      Devrim bilmem ne yapılamayacağına, ya da hilafet bayrağı bilmem nerenin burçlarına dikilemeyeceğine göre, siyasete bir kalite ve rasyonellik getirecek, kişiliği ve siyasal yaşamı en tutarlı, siyasette ilkeli olmaya da önem verdiğini kanıtlamış, zenginleşmek için siyasete soyunmaya gerek duymadığı apaçık olan, karınca kararınca adaletli olacak kadrolara yönelmek gerek.

      Öyle de olacak zaten.

      Kapitalizmde, kapitalizmle yaşayacağız.

      Bari adabı ile yaşayalım, akıllıca yaşayalım. Her gün kadın cinayeti işlemeden, üretim tesisi yerine cezevleri açıp durmadan (bunların masrafları 6 bakanlığın toplam bütçesini aşmış -işittiniz mi?), milyonlar olarak birbirimizi hain diye hapishanelere doldurmadan, çocukalrımızı ve masum insanlarımızı nehir sularına kurban vermeden de yaşanır kapitalizm.

      Hilafet sancağı açmakla, klıç kuşanıp Ayasofya mimberinde peydahlanmakla, mahallenin delisi gibi ortalıkta “İnadına sosyalizm!” gibi abuk sabuk laflarla dolaşmakla olmadığı ve de hiç olmayacağı açık.

      Azcık kafamızı çalıştıralım.

      “Avrupa Avrupa duy sesimizi! İşte bu Türklerin ayak sesleri!” bağırtıları arasında Şalke’nin, Real Madrid’in karşısına ikisi Türk, dokuzu yabancı bir Türk takımıyla çıkıp “Nasıl geçirdik ama!” diye sabahlara kadar korna öttürüp ‘zafer’ kutlamak, neden kendisinden kaçamayacağımız bir kepazelik olsun ki?

  8. Kamuoyuna yansıdığı (ve onun sınırlılığında bilebildiğimiz) kadarıyla, İstanbul Sözleşmesi’nin ilk gündeme gelişi, Numan Kurtulmuş’un Haziran ayı başlarında yaptığı bir konuşma ile oldu. “Usulüne uygun olarak imzalamış olduğumuz gibi, usulüne uygun olarak sözleşmeden çıkabiliriz de” minvalinde laflar etti. Bundan sonra, belki de tahmin ve de arzu edildiği üzere, sayın Koru’nun üstü kapalı olarak işaret ettiği şahıslar ve bunların temsiline soyunmuş oldukları düşünülen çevreler, A. Dilipak’ın yaptığı gibi, İstanbul Sözleşmesi’ni meselesinin üstüne atladılar.

    Konuyu ilk gündeme taşıyan AK Parti yöneticileri ve Erdoğan, net bir tavır almadı; ama, nihai olarak, ortaya, sözleşmenin iptali için bastıran ‘tarikat’ ve ‘cemaatler’ ile bunların ‘aşırı dinci’ (!) temsilcileri ve gazeteleri bastırıyor, AK Parti’nin ise savunmaya geçmiş, en azından ne yapacağını pek bilmez göründüğü bir resim çıktı. (Bahçeli bu topa girmedi, Sözleşme’den çekilme gibi bir kararın kılı kırk yararak düşünülmesi gerektiği türünden yuvarlak laflarla Sözleşme karşıtı bir tavırdan kendisini uzak tuttu).

    N. Kurtulmuş’un gündeme getirdiği bu ‘mesele’nin AK Parti’ye yaradığı söylenebilir mi?

    Benzer bir olay, aslında Ayasofya konusunda da yaşandı.

    Her ne oldu ise oldu, hükümetin en sıkı destekçisi Yeni Şafak Gazetesi’nin de içinde yer aldığı medya grubundaki dergi, çok sansasyonel bir dergi kapağı ile, ‘hilafet’ talebini ve çağrısını bomba gibi gündeme soktu: “Sen değilse kim? Bugün değilse ne zaman?”

    Peki bu durum AK Parti’nin yararına oldu mu?

    Sezgi düzeyinde bana görünen şey o ki, ‘bazı çevreler’ ilkin Erdoğan tarafından yüreklendiriliyorlar. Bunlar, iktidardan ve AK Parti’den işaret aldıkları sanısıyla ve buna yaslanan özgüvenle ortaya atılıyorlar. “Hilafet” sözcüğünün, Sözleşme’ye sahip çıkar görünen AK Partili kadın örgütünün ve diğer partili kadınların açıkça hakarete uğradıkları sözlerin gündemi belirlediği bir fotoğraf çıkıyor ortaya.

    Bu, AK Parti’nin arzu ettiği bir fotoğraf mı?

    Ayasofya, İstanbul Sözleşmesi, sıkça ileri sürüldüğü üzere, bir erken seçim yatırımı ya da Erdoğan’ın seçmen kitlesini zinde tutup ‘konsolide etmek’ hedefiyle attığı adımlar mı?

    Böyle ise eğer (ki ben olmadığını düşünüyorum), AK Parti seçmenlerinin dahi yarısına yakınının muhafaza edilmesini istediği İstanbul Sözleşmesi’ni bir mesele haline getirerek Erdoğan hedefine ulaşmış mı oluyor?

    Adı ister A. Dilipak veya Cübbeli Ahmet olsun, ister M. İnce, isterse D. Perinçek olsun, isterse vakti zamanında 15 Temmuz kahramanı olarak gazete ve televizyonlarda boy boy resimleri çıkmış general olsun: Başta cemaat ve tarikatlar gelmek üzere, her türden siyasal-kültürel kimlik çevresinin sivri uçlarının toptan budandıkları bir süreç yaşanıyor alttan alta.

    Eğer sezgilerimde yanılmıyor isem, bu budama faaliyeti Dilipak’ı ve cemaatleri de yer, Perinçek’i de yer. . . M. İnce’yi ise haydi haydi yer!

    Dilipak’ın dostu ve seveni olsam, “Sana gel gel yapan oltanın üzerinde yazan marka seni yanıltmasın. Git Covid-19 bahanesiyle eve kapan, olmadı, git Palandöken kayak tesislerinde tatile çık. . .” falan derdim.

    Filmin finaline doğru yaklaştıkça, senaryosu çok sağlam yazılmış görünen bir film izlemekte olduğumuz duygusuna kapılıyorum ben.

    Adını cismini hiç bilmediğimiz , nerede olduklarını bilmediğimiz (ama varlıklarından da emin olduğumuz), niteliklerini ve kimliklerini tanımakta zorlanıp kendimizce terimler yakıştırdığımız birileri, sanki, toplumun ezici çoğunluğunun şu fısıltıya ikna olmasını bekliyorlar:

    “İşte görüyorsunuz: Ne Kemalizm ve Kemalistlerle, ne siyasal İslamcılar veya Gülencilerle, ne Avrasyacı veya NATOcularla olmuyor, yürümüyor işler. Ekonomi berbat, gençlerin, emeklilerin, işçilerin hali sefil. İktidarından muhalefetine bunların alayı sorunlarınızla ilgisiz kıytırık meselelerde birbirine laf sokuşturma derdinde. Ne dersiniz? Böyle mi gitsin işler?”

    Bu fısıltı MHP’yi rahatsız etmez. Oyları yüzde 20’de de olsa, baraj altında da kalsa, rahatsız etmez. Küçük ya da büyük, onların locadaki yerleri her daim baki.

    Perinçekgillerin “Şu binde bilmem kaçlık oyumuzu yüzde sıfır bilmem kaça yükseltmek için çalışıp duralım” gibi bir derdi yok -hiç olmadı zaten. Bunların varlık nedeni ve işlevi, “Gel!” deyince gelmek, “Git!” deyince gitmek. Gitmek üzere geliyor, gelmek üzere gidiyorlar. Biliyorlar ve bir şikayetleri yok.

    Peki Erdoğan devlet başkanı mı, yoksa iktidardaki seçilmiş bir partinin genel başkanı mı? Davula vuran mı? Davulu taşıyan mı?

    İnandırıcılığı ve toplumsal desteği eriyen, erime sürecini durduracak araçlardan da artık yoksun görünen bir partinin genel başkanının cumhurbaşkanlığı birileri için vazgeçilmez olabilir mi? Niye olsun?

    Hilafet yaygaralarının ortalığı kapladığı, İstanbul Sözleşmesi’nden çıksak mı çıkmasak mı tartışmaları arasında bocalayıp duran bir parti, kitle partisi olabilr mi?

    Peki geniş halk kitleleri nezdinde düzene meşruluk ve rıza üretme kapasitesini ve “kitle partisi” yitirmiş bir parti ile, ekonomisi çakılmış, tarımsal üretimi tarumar olmuş, çalışan sayısı işsiz, emekli, iş göremez, yaşlı saysının gerisinde kalmış, kimlikler üzerinden kutuplaşıp biribirine düşmanlaşacağı kadar düşmanlaşmış insanların ülkesi olarak yola devam edilebileceğine inanır mı ‘birileri’?

    Giderek daha çok sayıda insanın dertlere deva olabaleceğine inanabileceği (ya da buna ihtimal verebileceği) seçeneklerin ihtiyacını duyduğu günlerdeyiz.

    Siyaset boşluk kaldırmaz.

    AK Parti gerçekten de devlet partisi mi?

    Erdoğan devlet’in mi, yoksa AK Parti’nin başkanı mı?

    Seçmilerin ne zaman yapılacağına o mu karar verecek?

    Seçimler, 2023’de mi yapılacak?

Yoruma kapalı.