Bir kahvenin hatırı 40 yıl mı, 500 yıl mıdır? Amerikalı tarihçi Yavuz’dan hareketle “500 yıl” diyor…

14
Reklam

“Dünya küçüldü, teknoloji sayesinde dün bir yerlerde çıkan kitabı bugün burada okuma imkanına sahibiz, hangi ülkenin gazetesini istersek günü gününe takip edebildiğimiz gibi televizyonlarını da evimizde sanki bizim ülkenin kanallarıymış gibi anlık izleyebiliyoruz” iddiasını ben de sıkça tekrarlıyorum.

Benim için gerçek bu iddia.

Geçenlerde önemli bir siyaset adamıyla sohbet ederken, muhatabım, o gün Amerikan New York Times (NYT) gazetesinde yayımlanmış bir yazarın ileriki günlerde çıkacak kitabından yapılmış uzun bir özetten hareketle bazı tespitlerde bulundu. 

NYT’nin “İleriki günlerde çıkacak kitap” olarak takdim ettiği önemli eseri bir gün önce e-kitap olarak indirmiştim. Tabletimi açıp muhatabıma gösterdim.

Şaşırması hoşuma gitti.

Galiba şaşırma sırası bende.

Yale Üniversitesi’nde tarih dersleri veren Prof. Alan Mikhail önemli bir esere imza attı. Ortadoğu uzmanı bilinen, daha önce Arap coğrafyasıyla ilgili eserler de yazmış olan Prof. Mikhail, son yıllarda Osmanlı ile ilgilenmekteydi. [Bu alanda çıkan bir kitabı İş Kültür Yayınları tarafından “Osman’ın Ağacı Altında – Osmanlı İmparatorluğu, Mısır ve Çevre Tarihi” adıyla ülkemizde de yayımlandı.]

Geçen ay ‘God’s Shadow: Sultan Selim, His Ottoman Empire, and the Making of the Modern World’ (‘Tanrı’nın Gölgesi: Sultan Selim, Onun Osmanlı Devleti ve Modern Dünyanın Oluşumu’) adını taşıyan son kitabı ABD’de çıktı Mikhail’in… 

Reklam

Yayın tarihi 18 Ağustos…

‘Sultan Selim’ dediği şu günlerde vefatı (22 Eylül 1520) üzerinden tam 500 yıl geçtiği için ayrıca hatırlanması gereken Yavuz Sultan Selim. Tarihle az ilgilenen çevrelerde bile, Türkiye’nin adı şimdilerde ‘yeni Osmanlılık’ çerçevesinde gündeme geldiği için, kitap aşırı ilgi gördü. 

Dostum olan bir yayıncıya, kitabı çevirtip Türk okurlarla da buluşturması için tavsiye etmeyi de düşünmedim değil. Sonra, “Nasıl olsa biri çevirir ve yayınlanır” diye düşünüp üzerinde durmadım.

Yavuz’dan Starbucks’a giden yol

Kitabı yayınlayan yayınevi ile yazar daha da geniş kitlelere ulaşması için özel çaba sarf ediyor. Mikhail bu amaçla Washington Post gazetesinde 500 yıl önce vefat etmiş Yavuz Sultan Selim ile Starbucks’ın bütün dünyaya yaydığı kahve içme alışkanlığı arasında irtibat kuran bir makale yayımladı. Mikhail yazısında, Yavuz’un kahve bitkisini Yemen seferinde keşfettiğini, onu İstanbul’a taşıyıp içecek haline getirdiğini anlatıyor.

Yavuz o keşfi yapmasa, kahveyi İstanbul’a taşıyıp bizim içeceklerimiz arasına sokmasa günümüzün Starbucks’ı da olamazdı.

Tezi bu.

[Bizde şimdilerde daha çok çay içilen mekanın adı ‘kahvehane’dir. Neden ‘çayhane’ değil de kahvehane? Çünkü ülkemiz kahve ile 500 yıl önce tanıştığı halde çay Karadeniz sahilinde ekilmesi ardından 1950’li yıllarda yaygın tüketilmeye başlandı. Halk olarak uzun asırlar boyu hep kahve içtik bizler.

Reklam

Mikhail’in Yavuz kitabının piyasaya çıkış tarihi 18 Ağustos, makalesinin yayın tarihi 20 Ağustos. 

Aradan koca bir Eylül ayı geçti, nihayet dört gün önce bizim gazetelere ve TV kanallarına haber olabildi o makale. Haberlerde makale işleniyor, ama kitaptan söz edilmiyor. 

Bizim tarihimizle ilgili olması yanında bu günlerin Osmanlı’ya hayran bakışı sayesinde yazı çok daha önce gündeme gelmeliydi diye düşünmeden edemiyorum.

Kitap da şimdiye kadar yayınlanmalıydı.

Teknolojiyi öne çıkartan iddiayı zayıflatan bir durum bu.

Konunun daha şaşırtıcı bir yönü de var.

İlber Ortaylı gazeteci değil, fakat konu onun takibinde

Hürriyet konuya iki gün önce (4 Ekim) girebildi. Ece Çelik’in yazısıyla. Çelik yazısına yemek kültürü yazarı Mehmet Yaşin’in görüşünü de yansıtarak konuyu işlemiş oldu.

Oysa Hürriyet’e pazar günleri katkıda bulunan tarihçi İlber Ortaylı Washington Post makalesine de atıfta bulunarak Mikhail’in son kitabını iki hafta önce sütununda tanıtmıştı. Yalnızca kitaba ve makaleye değinmekle de kalmamış, kitabı ve makaleyi o kadar da beğenmeyen üç yazarın ABD’deki bir tarih dergisinde çıkan ortak yazılarını da gündeme taşıyıp eleştirileri sert hatta insafsız bulduğunu da belirtmişti.    

İlber Ortaylı’nın yazısının tarihi 27 Eylül.

Gazeteciliği titizlikle yapmasından ciddi biçimde etkilendiğim bir meslek büyüğü, daha yolun başında, “Bunlara aldırma müdürüm, her gün yazanların çoğu kendi gazetelerini bile doğru dürüst okumaz” demişti. Ara sıra ofislerine uğradığım bazı gazete yöneticilerinin masaları üzerindeki günlük gazetelerin akşamın ileri saatlerinde bile hiç dokunulmadan durduğunu hep görmüşümdür.

Çoğu başka gazetelere göz ucuyla bakar.

Kronoloji ortada. Amerikan gazetesinde çıkan Osmanlı ile kahve alışkanlığını ele alan yazı Washington Post’ta 20 Ağustos’ta yayınlandı. Prof. Mikhail’in konuyu popülerleştirmesini mesleklerine yakıştıramayan üç tarihçinin eleştiri yazıları 10 Eylül’de çıktı. İlber Ortaylı Mikhail’in kitabı ile makalesine ve bunların üç tarihçi tarafından eleştirilmesine 27 Eylül tarihli yazısında değindi. Yazının gazetelere konu olması için Ekim ayının gelmesi gerekti, Hürriyet’te değerlendirilmesi ise 4 Ekim’i bekledi.  

Bu bana ters geliyor.

[Kahve ve çaya fazla bir düşkünlüğüm yoktur. Gazetelerde günlük mesai sırasında çay çok tüketilir; ben ise çayı bir misafirim geldiğinde içmişimdir. Bir de kahvaltıda. Son zamanlarda kahve alışkanlığı gençler arasında yayıldı. Onunla bir ilgisi yok, ama ben de ara sıra da olsa kahve içme ihtiyacı duyuyorum. Kızım bunu fark edince bana Türk kahvesi yapmakta kullanılan küçük bir makine aldı. Lezzeti yerinde, hatta köpüğü bile oluyor o cihazda üretilen kahvenin. Tavsiye ederim.]

Osmanlı ve kahve konusu ihmal ediliyor da çok daha ciddi gelişmeler medyada hemen ve gerektiği gibi değerlendiriliyor mu?

Değerlendirilmediğinden emin olabilirsiniz.

ΩΩΩΩ

Reklam

14 YORUMLAR

  1. Osmanlı İmparatorluğu’nun son ana kadar çok geniş toprakları neden elinde tutmaya çalıştığını anlayabilmiş değilim. Daha da ilginci bu konunun tartışılmıyor oluşudur. Bunun yerine Sarıkamış’ta 90 bin askerimizin nasıl donarak şehit olduğunu kutluyoruz! (gerçek sayı ençok 30 bindir)

    Osmanlı aslında 1820’li yıllarda İngiltere tarafından yıkılabilirdi. Daha sonraları Rusya da bunu yapabilirdi, zaten Yeşilköy’e kadar gelmişlerdi (1878). Osmanlı İmparatorluğu çöktüğü takdirde mirasının nasıl paylaşılacağı konusunda emperyal ülkeler arasında (İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya) anlaşmazlık olduğu için ömrü uzamıştır.

    Osmanlı Padişahları ve Hariciyesi de bu durumun farkındaydı ve emperyal ülkeler arasındaki çekişmeleri ustaca kullanabiliyorlardı. Fakat bunun ilanihaye sürdürülemeyeceğinin bilincinde olan ve buna uygun çözümler üreten bir üst akıl oluşmamış anlaşılan.

    Bu konu çerçevesinde 1. Dünya savaşı öncesinde neden İngiltere ile müttefik olunmayıp Almanya ile müttefik olunduğu ise asgariden tartışılmıştır. Zira o zaman İngiltere, üzerinde güneş batmayan imparatorluk idi ve özellikle denizlerin hakimiydi. Konu hakkında tesadüfen görebildiğim bir cevapta Prof. İlber Ortaylı müttefikliği İngiltere’nin istemediğini söylüyor ki kanımca bu cevap yeterli değildir.

    İçten yanmalı motorlar 1. Dünya savaşından çok önce keşfedilmişti ve dizel motorlar tren ve gemilerde kullanılmaya başlanmıştı. Yani kömür devrinden petrol dönemine geçilmişti. 1. Dünya Savaşı esasen sanayileşmiş emperyal devletlerin petrol kaynaklarını kontrol etme savaşıydı. Osmanlı Devletinin emperyal ülkeleri birbiri aleyhine kullanması doğru bir taktikti fakat anlaşılan o ki bunu bir strateji gibi kullanarak büyük hata yapmışlar. Açıkçası bir stratejileri yokmuş hep günlük taktikler uygulamışlar.

  2. Sorgulamadan tarih okumak bir işe yaramaz !

    Osmanlı’nın sömürgeci olmadığı iddiası ne kadar doğrudur. Fethettiği yerlerden kazanç elde etmemişse ne diye fethetmiştir? Amaç Müslümanlığı yaymak ise fethettiği gayrimüslim topraklarda kimleri Müslüman yapabilmiştir? Tam tersine daha fazla vergi alabilmek için gayrimüslimleri din değiştirmeye zorlamamıştır.

    Osmanlı düşmanlığı yapanlar ile “civciv yumurtadan çıkmış kabuğunu beğenmemiş” diye dalga geçerken, Osmanlıyı yere göğe sığdıramayanları da “züğürt tesellisi” yaptıkları için alaya alırım. Tarih milli ve dini duygulardan bağımsız olarak ve olabildiğince akademik yayınlardan okunmalıdır. Daha sonra tarihi yorumlarken, herkesin yaptığı gibi, makul bir ölçüde kendi tarafımıza yontacağımız tabiidir. Fakat kimileri tarihi araştırmak için yandaş makaleler arar ve önyargılı olarak okur. Böylelerine ‘bu ayaktakımının yaptığı bir iştir’ denildiğinde ezik insanların gururu ile tepki gösterirler.

    Bu meselenin en zorlusunu eski bir yorumumda sormuştum. “İçinde yazanları mutlak doğru kabul ederek Kuran okumak, O’nu okumak sayılır mı?”. Biraz zihinleri zorlayalım!

    • Biraz işin ABC’sine kadar geri dönmeye gidecek ama, ayıp benim ayıbım değll. Velhasılı kelam: Tarih, bir futbol maçı değildir. Futbol maçı izlenir. Bunu, stada giderek de yapabilir insanlar, televziyon ekranının karşısına oturarak da. Futbol maçı izlerlen uyuyabilirsiniz de. Futbol maçları, duygusallığa fazlasıyla pirim verir. Heyecanlanıp coşabilir, kepaze olmuşluğunuzun yanına bir eşit işareti atıp eşitliğin diğer tarafına ‘şerefli mağlubiyet’ koyabilirsiniz. Ben, “Arda, bana Adalar’da anası ağlatılmış fayton atlarını hatırlattı. Adım atacak mecali kalmamış.” derim. Siz, Arda’nin hayatının maçlarından birini oynadığını söyler, pekilerin yıldızlısından verirsiniz vb.

      Tarih, bir yorum işi değildir, Fatih Bey.

      Tarihin bir yorum işi olduğunu sananlar, kendilerine özgü (itirafı zor) bir eziklikleri vardır. Tarihe, söylediğiniz gibi, ‘ezik insanların gururu ile tepki gösterirler’.

      Efes Antik Tiyatro’ya gidip Celsus kütühanesini taşıyan sütunlara uzun uzun baktıktan sonra, “Adam bir deha imiş kardeşim. 20 yüzyılın Borusan boru şirketinin geleceğini aha bu sütunlara aşk etmiş, gelecekten haber vermiş. Bu taş sütunlar size de Borusan borularını hatırlatmıyor mu, Allah aşkına?” demenin alemi yoktur.

      Tarihi yorum işi zannederseniz, otutur nutuk atarsınız -ya da nutuk yazarsınız.

      Zaman geçer. Attığınız nutuka ‘şerefli mağlubiyet’ demek zorunda kalırsınız.

      Durumdan yakınabilir, şikayet edebilir, ham bir umutla bakacağınız sonraki hafta maçlarından galibiyetlerle çıkılacağını düşleyebilirsiniz.

      Tarih, bu ham düşlere dönüp bakmaz. Atıl alanın çoktan Üsküdar’ı geçmiş olduğunu söyler.

      Eziklerden olmayalım. Gurur yapmayalım.

      • Yorumlamak ile düşlemeyi birbirine karıştırdığınız, sırf eleştirmek için eleştirdiğiniz bir yazı olmuş. Size yakıştıramadım.

  3. Eski yorumculardan şair H.K.nın niteliksiz ama açıksaçık şiirlerine nazaran sn.bernarın “koçankıllı” şiiri sanki daha bi okunaklı görünüyor, lakin kendisinin bu durumlara düşmüş olmasına insan yine de üzülmeden edemiyor yani…

  4. Bugünlerde salgın vesilesiyle dezenfektanların alkol seviyesi düşükmüş diye ortalığı velveleye veren kopiller; dünyada bir tek türk insanı evine dükkanına gelip giden misafirine, müşterisine iki posta 80derecelik kolonya ikram eder; bir kez olsun yav bizim milletimiz, türk ırkı ne yüce ne temiz bir halkmış diye gönendiğinizi duyamadık hala? Bütün dünyaya sabunu akan suyu öğrettik ama kolonyaya alıştıramadık bi türlü; en fazla içmesini biliyorlardı, şimdi onu da öğreniyorlar hastane kapılarında…
    Sayın yazar kolonya kültürümüz ve baba mesleği kolonyacılık üstüne de bi yazı kaleme alırsa memnuniyetle okuruz, siyasetin sonu yok nasılsa; 2023ün sonuçları şimdiden belli gibi:)

  5. İnanın çok şaşırdım şimdi, bu kadar okuma yazma ile meşgul birisinden çay kahve alışkanlığım yok diye duyunca

  6.  Hikâyeye göre, Çin İmparatoru bahçesinde dinlendiği sırada küçük bir kazanda kaynamakta olan suyun içine altında oturduğu ağacın dallarındaki yaprakların düştüğünü ve de suyun renginin değiştiğini fark eder. Hemen sudan bir tas içmek istediğini söyler. Bu sıcak suyu içen imparator, bir süre sonra rahatlar, kendine gelir ve bu yaprakların toplanarak rahatsızlandığında kendisine bu sudan getirmelerini emreder.
    Kazan Türklerinden Abdü’l Kayyum Nâsıri, Fevakihü’l Cülesa adlı eserinde Hoca Ahmet Yesevi’nin çay ile tanışmasını şöyle anlatmaktadır: “Hoca Ahmet Yesevi bir Türkistanlının evine misafir olur. Çok yorgun olduğunu söyler ve ev sahibinden dinlenmek için müsaade ister. Ancak evin sahibi, adetleri gereği önce bir ikramda bulunur ve Hoca Ahmet Yesevi’ye çay ikram eder. Sıcak çayı içen Yesevi Hazretleri terler, rahatlar ve kendine gelir. Bunun üzerine Yesevi Hazretleri; bu şifalı bir içecekmiş, hastalar bunu içsin ve şifa bulsun, Allah kıyamete kadar bunu geçerli kılsın diyerek dua eder, ev sahibinden de çay hakkında bilgi alır ve teşekkür eder.
          Osmanlı döneminde çay hakkında bazı eserler bulunmaktadır. Bunlar, Damatzade Ebül-Hayr Ahmed Efendi’nin 1731’de yazdığı Çay Risalesi, 1879’da Hoca Ahmet İzzet Efendi’nin Çay Risalesi, 1893’de Ali Nazıma’nın Çay adlı eseri ve 1910’da Mehmet İzzet Efendi’nin kaleme aldığı Çay Hakkında Malumat adlı eserleridir. Osmanlı döneminde çay üretimine ilişkin ilk somut ve resmi bilgi, 1879 yılına ait Trabzon salnamesinde kayıtlıdır. Söz konusu salnamede Lazistan sancağına bağlı Hopa kazasında 20.000, Arhavi nahiyesinde 5.000 olmak üzere toplam 25.000 kıyye çay üretildiği belirtilmektedir (yaklaşık 32 ton).
     İstanbul’da ilk çayhaneler ve kahvehaneler Beyazıt ve Şehzadebaşı semtlerinde açıldığı bilinmektedir. Sultan II. Abdülhamid döneminde mevcut berber dükkânları yerlerini yavaş yavaş Batılı anlamdaki berber dükkânlarına terk etmeye başlamıştır. Açılan bu berber dükkânlarına perukâr denilmiştir. Bu mekânlar zaman içinde edebi ve siyasi tartışmaların yapıldığı ve birlikte çay içilen yerler haline gelmeye başlamıştır.
    Osmanlı’da çay ve çayhane kültürü hakkında Tarih ve Düşünce dergisinin 45. Sayısında K. Kuzucu’nun yazdıkları çayın hayatımıza nasıl etkilediğini açıkça göstermektedir. “Orta Asya Türklerinin çay ve çayhane kültürlerinin, üzerinde çalışılmaya değer bir konu olduğunu vurgulayan Thierry Zarcone, Buhara Hanlığı’nın başkentindeki çayhanelerin gündelik hayatı renklendiren sosyokültürel etkilerini hayranlıkla anlatmaktadır…
     Etiyopya ve Yemen menşeli olduğu bilinen kahve çok uzun bir zaman içinde dünyaya yayılmıştır. Kahvenin Yemen’e Şeyh Şehabeddin Dabbani adlı biri tarafından 15. yüzyılda getirildiğine dair bilgilere Arap tarihi kayıtlarında rastlanmaktadır. Kahvenin yolculuğu Yemen’den sonra, önce Mekke’ye sonra Kahire, Şam ve Halep’e ve bilahare İstanbul’a doğru devam etmiştir. İstanbul’a kahveyi 1517 yılında Yemen Valisi Özdemir Paşa’nın getirdiği söylenmektedir. Osmanlı’da kahve cezve ve güğümlerde pişirilmekte ve telvesi ile birlikte ikram edilmekteydi.
    Peçevi tarihinde kahve ile ilgili şu bilgiler bulunmaktadır: “Yıl 962 (1554). Dokuz yüz altmış tarihine gelinceye kadar başkent İstanbul’da ve kesinlikle bütün Rum ilinde kahve ve kahvehane yok idi. Söylenen yılın başlarında Halep’ten Hakem adında esnaftan bir adam ile Şam’dan Şems adlı kibar bir kişi gelip Tahtakale’de açtıkları birer büyük dükkânda kahve satmaya başladılar. Keyiflerine düşkün bazı kişiler özellikle okuryazar takımından birçok büyük kimse bir araya gelmeye ve yirmişer, otuzar kişilik toplantılar düzenlemeye başladılar… İmamlar, müezzinler, sahte sufiler ve halk kahvehanelere dadandılar; Mescitlere kimse uğramaz oldu deniliyordu. Din bilginleri ise ‘kötülükler yuvasıdır, kahveye gitmektense, meyhaneye gitmek daha iyi olur’ gibi laflar söylüyorlardı.” Taht-ul Kal’a da açılan bu kahvehaneler toplumu mevcut yapısından uzaklaştırmaya başlayınca ulema da bu durumdan rahatsız olmaya başlamış ve neticede söylendiğine göre, Şeyhülislam Ebussuud Efendi, kalben inanmadığı halde toplumsal ve sosyal sebeplerden ötürü bir fetva vermek mecburiyetinde kalmıştır. Fetvaya göre; kömürleşene dek kavrulan her şey İslam’a göre haramdır. Bu yüzden içilmesi caiz değildir. Ne var ki, bu fetva padişah tarafından kabul görmeyince bu yasağı halk pek dikkate almamıştır. II. Selim ve III. Murad dönemlerinde ise İstanbul’daki kahvehane sayısı altı yüzü bulmuştur.Kaynak:Türkler’de Çay Ve Kahve Kültürü/M. Ziya GÖZLER
    Saygılar.

    • turgut bey merhaba!
      – öncelikle konu hiç ilgimi çekmiyor. kahveyi türkiyeye coronalı çinliler getirmiş olsa bile beni ilgilendirmiyor. bununla birlikte, bir konuyu araştırmak, konu hakkında doğruları araştırmak, doğru bilinenlerin sorgulanması; söylenilen, yazılan herhangi birşeyi doğru kabul ederek onun üzerine düşünce üretmek değil, işe söylenilenin doğruluğundan başlamak: işte bu benim ilgimi çeker, işte değerli olan budur, işte topluma katkı yapan budur, olması gereken budur.
      – bu nedenle; bu değerli araştırmanız için teşekkür eder, saygılarımı sunarım.

    • sayın baran! “hikmet” bulmak konusunda üzerinize yok.
      – fehmi beyin epey müridi var fakat gazetecinin işi, yazısının içine, müritlerin bulması için “hikmet”i ustaca yerleştirmek değil, bir konuda olurlara düşüncelerini anlatmak (köşe yazıları için söylüyorum. haber için değil)
      – ikincisi de, benim görebildiğim tek “hikmet” önemli konuların gazetelerde hakettiği yeri almadığına ilişkin utangaç cümle.

  7. Hocamızın bu günkü yazısı ; ”Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane ” deyimiyle adeta sarmaş dolaş olmuş ! E.. olabilir her gün vatan kurtaracak ! halimiz yok dolayısıyla bize de fazla bir kahramanlık işi kalmamış ! Bu vesileyle ben de bir iki deyim ilave ederek konuyu kapatayım : ” Köylünün kahve cezvesi karaca ama sürece ” ;Berberin solumazı ,tellağın terlemezi, kahvecinin söylemezi makbuldür ” Herkese selam ve saygılar.

    • bu yazı dünyanın batısının belki 50 sene sonrasından bir fotoğraf sunuyor sayın hocam. geleceğe ait bir fotoğrafı ayak üstü bir muhabbetin içine nakşedebilmek, maharet bu işte.

  8. Gazeteciler siyasetin işinimi sever, çay yada kahve mi içer bilemem ama, köfteci reklamı yapan gazeteci abiler vardı bir zamanlar.
    Ben daha üst basamaklarda hayal ederim hep gazetecilik mesleğini.
    Bunu da başarsa başarsa cemiyetleri önderliginde başara bilirler zannımca.
    Çünkü haber, hesap, sorgu, takip, eğitim, kültürel, seyahat, reklam, sağlık ve daha kimbilir neler neler denince akla gelir hemen: MEDYA.
    Benim de bir kahve çeşidi tansiyonumu fırlattığı için sevsemde içemiyorum. Fakat yazar gibi aynen küçük bir kahve makinesiyle bu hevesimi törpülüyorum. Midemde de sıkıntı olduğu için onu da az ve seyrek zamanlayarak.
    Bu yazıyı kınadı gibi anlamayın,
    beşyüz yıllık Osmanlı! Arşivlerini kahve bahane! Kıvamında araştırmalar yapan olursa eğer,
    Daha neler çıkacaktır ortaya neler?.

Yoruma kapalı.