Bazılarımızın kaderi böyle yazılmış: Ya sürgün, ya kaçak, ya da kaçkın olmak…

39
1CUCJUL03017A
Reklam

Türkiye tarihi, okumuş-yazmışlar açısından, biraz da sürgünler, kaçaklar ve kaçkınlar tarihidir…

Buna bir de ‘suikasta uğrayanlar’ kategorisi eklenebilirdi, ama onların sayısı diğerleriyle mukayese edildiğinde daha az kaldığı için, o kategoriye sadece değinip geçiyorum.

Yaşadıkları günlere izlerini bırakan Osmanlı dönemi yazarları içerisinde sürgüne uğramamış pek az kişi var. Muhalif görüşlere sahip olanlar kendilerinden beklenen esnekliği göstermediklerinde zamanın erki tarafından uzak diyarlara gitmek zorunda bırakılmışlardır.

Uzun bir sürgüne gidenler listesi ve sırf bu konuya ayrılmış [Feridun Andaç’ın editörlüğünü yaptığı ‘Sürgün Edebiyatı, Edebiyat Sürgünleri’ gibi] kitaplar vardır, ama herkesin bildiği ‘vatan şairi’ unvanlı Namık Kemal’in hayatı yaşadığı dönemin aydınlarının paylaştığı sürgün özelliklerini üzerinde fazlasıyla taşır. 

Sürgünler

Kısa sayılabilecek hayatında -47 yaşında vefat etmiştir- Namık Kemal, değişik zamanlarda Gelibolu, Magosa, Midilli, Rodos ve Sakız’a sürgün olarak gönderilmiştir. Namık Kemal Magosa’ya gönderilirken, onunla aynı gazetede yazan Ahmet Mithat ve Ebüzziya Tevfik Rodos’a, Menapirzade Nuri ve Bereketzade Hakkı ise Akka’ya sürülmüşlerdi.

Osmanlı yıkılıp İstiklal Savaşı sonunda Cumhuriyet kurulunca, Saray halkı, hükümet üyeleri, askeri ve sivil bürokrasiden bazı isimler, onların avanesi sayılan güvenlik görevlileri, Çerkes Etem ve ona destek verenler ile birlikte kalemiyle milli mücadeleyi desteklememiş, Saray’ın yanında yer almış gazetecilerden oluşan150 kişi Türkiye sınırları dışına çıkmaya zorlanmıştır.

Sürülenler ‘150’likler’ diye anılır.

Reklam

En ünlüleri o gazetecilerin, Refi Cevat Ulunay ile Refik Halid Karay’dır. 

Bunlar uzun yıllar değişik ülkelerde sürgün hayatı yaşamış, çoğu oralarda ölmüş ve gömülmüştür. 

[Ulunay ile Karay özel affa uğrayarak ülkeye dönebildiler ve yazı hayatlarını da sürdürdüler. Edebiyatımızın en renkli kalemlerinden Refik Halid’in ‘Minelbab İlelmihrab’ adıyla yayınlanan anıları o günleri pek güzel anlatır.]

Türk Ceza Kanunu’nda da bulunan sürgün cezası 1965 yılında kaldırılmıştır. O yıla kadar geçen uzun yıllarda mahkemelerin verdiği ceza olarak yurdun değişik yerlerine sürülen pek çok aydın ve yazarımız olmuştur. 

Aynı yıllarda, sonradan ‘Kürt sorunu’ adını alacak konunun yerel tarafları bilinen aşiretlerin öndegelenleri, aileleriyle birlikte, bulundukları doğu illerinden alınıp batıya sürgün edilmişlerdir.

Kaçaklara örnek olay: Cem Karaca

Kaçaklar daha çok askeri darbelerden sonra ortaya çıktı. Kimi askeri yönetim tarafından teslim olmaya çağrıldığı, kimi de çağırılacağını tahmin ettiği için, yolunu bularak yabancı ülkelere kapağı atmış kişilerdir kaçaklar. 

Sayıları çok fazladır.

Reklam

Darbe sonrası kaçaklarının bulundukları ülkelerdeki Türkçe eser verimleri kocaman bir kütüphane oluşturur. ‘Sürgün romanları’ denilen tür de aynı dönemlerde ortaya çıkmıştır.

Cem Karaca 12 Eylül (1980) darbesi gerçekleştiğinde Avrupa’nın değişik ülkelerinde konserler vermektedir. Ülkeye dönmeye hazırlandığı günlerde Hürriyet’in yan yayını olan Hafta Sonu gazetesinde kendisiyle ilgili fotoğraflı haberler çıkar. Gazete bir konserde söylediklerini manşete çekmekte ve şarkıcının konserlerini yabancılara ülkesini kötüleme amacıyla kullandığını ileri sürmektedir.

O sözler darbeden aylar önce verdiği bir konserde söyledikleridir ve konsere yabancılar değil Türkler katılmıştır.

Gün mazeret dinlenecek gün değildir. Çetin Emeç yönetimindeki Hafta Sonu’nun haberi üzerine askeri yönetim Cem Karaca’yı da teslim olması gerekenler listesine almıştır.

Onun şahsında gurbette sürgün hayatı yaşamanın ne denli zalimane bir ceza haline dönüşebildiğini kendisini Köln’de ziyaret ettiğimde gözlerimle görmüştüm. Hafta Sonu’na göre yağlı-ballı bir hayatı Almanların sağladığı imkanlarla sürdüren Cem Karaca eş-dost desteğiyle olağanüstü mütevazı şartlarda yaşıyordu.

Ülke burnunda tütüyordu. 

Kendisiyle yaptığım ve gazetede manşet olarak yayımlanan mülakatı okuyan dönemin başbakanı Turgut Özal benden aldığı telefonla kendisini aradı, ülkeye dönebileceğini söyledi de “Çok yorgunum, beni bekleme kaptan” sözlerini de içeren şarkıları yazıp söylediği gurbet hayatı öyle sona erdi Cem Karaca’nın…

Ermenistan ile Azerbaycan arasında ne zaman gerilim yaşansa, çatışma çıksa Cem Karaca’yı hatırlarım.

Cem’in annesi Toto Karaca Ermeni’ydi, babası Mehmet Karaca da Azeri…

Günümüz kaçkınları

Günümüzde bunlara bir de kaçkınlar eklendi. 

[Kaçkın sözcüğünü Hasan Bülent Kahraman’ın İstanbul Life’ın ekim sayısındaki yazısından ödünç aldım. O, yazısında, ‘kent kaçkınları’ndan söz ediyor.]

Gençler, eli kalem tutanlar, bileğinde pırlanta bilezik olanlar ülkeden kaçıyorlar. Türk Tabipleri Birliği son yıllarda ülke dışında mesleklerini icra edeceklerini söyleyerek kendileriyle ilişki kesen doktor sayısının 700’ün üzerinde olduğunu açıkladı.

Pek çok Avrupa ülkesi başka ülkelerden gelen doktorlara uyguladığı kısıtlamaları Türkiye’den gelenler için kaldırmış bulunuyor.

Mühendisler de yüksek maaşlı işlerini terk edip daha mütevazı şartlara razı olarak Avrupa ülkelerine gidiyorlar.

Onlardan çok fazlası da kaçkın; belki yabancı ülkelere gitmiyorlar, fakat siyasetten uzaklaşmak amacıyla büyük kentleri terk ediyorlar…

Namık Kemal’in Osmanlı döneminde, Refik Halid’in Cumhuriyet’in ilk yıllarında içine düştükleri sürgün hayatında, 1980 öncesi ve sonrasında ülkeden kaçanların gurbette yaşadıkları, önemli eserlere esin kaynağı olmuştu; şimdilerde ülkelerinden ve kentlerinden gönüllü olarak ayrılan kaçkınlar da acaba yeni bir edebi doğumu gerçekleştirebilecekler mi?

Günümüzün sağladığı teknolojik ortamda benim gözümden kaçmış öyle eserler şimdiden ortaya çıkmış bile olabilir…

Maalesef ülkemizin gerçeği bu: Aydınlar, eli kalem tutanlar, siyaseten beğenilmeyenler her dönemde oldu, olabiliyor. O sebeple de, yazının girişinde de belirttiğim gibi, “Ülkemizin tarihi, okumuş-yazmışlar açısından, biraz da sürgünler, kaçaklar ve kaçkınlar tarihidir.”

Ne yapalım, ülkenin kaderi bu.

ΩΩΩΩ 

Reklam

39 YORUMLAR

  1. “Ne yapalım, ülkenin kaderi bu.” Ülkemin kaderi değil, referansı din olanların TC’de tüm kurumları darmadağın etmelerinin doğal sonucu olarak ülkemizi yaşanamaz hale getirmeleridir. Tüm kamu kurumlarında önce müdürler değişmiş, işi bilmediklerinden önce memurlarının kuklaları olmuşlardır. İşi az buçuk öğrenince hiç bir şey yapmasalar bile emekli olanın yerine yine liyakatsız yandaşlarını getirmişlerdir. Eğitimde, yargıda, orduda, maliyede, hastanelerde, tapuda…aklınıza gelen her yerde. Üstelik çalıntı sorularla, düzmece mülakatlarla… Pamukkale Üniversitesi eski rektörünün yediği naneler benzeri uygulamalarla hemen her kurum çökertilmiştir. Yetmez ama evetçi çapsız sözde aydınlar ya kaçmış ya şimdilerde olduğu gibi suspusturlar. Saksısı az buçuk çalışan herkes biliyor ki ülke kötüye gidiyor. Masa başında üretilmiş rakamlarla yalan adeta meşrulaştırılmıştır. Enflasyon yalan, işsizlik yalan, corona verileri yalan, büyüme yalan… Önleyemedikleri, dolarla mı maaş alıyorsun diye saçmalamaktan öte bir şey yapamadıkları, yalnızca döviz kurlarının seyri bile durumumuzu göstermektedir. Yandaşlarının bile gelecekten ümitleri yoktur. Dünya’nın herhangi bir yerinde yaşamını buradan daha iyi bir ortamda yürütebilecek donanımdaki yetişmiş elemanlarımız bir bir yabancı ellere giderken yönetim, baroları, tabipler odasını, hatta Anayasa Mahkemesi’ni bile kuşa döndürme çabasında. Kendi vatandaşının güvenmediği bir ülkeye yabancı neden gelsin, neden yatırım yapsın. Aklınıza gelen her türden olumsuz sıfatı hak eden araplarla bile verilen onca taviz ve ayrıcalığa rağmen papazız. Yeryüzünde tek bir ülke yok ki “Ya Türkiye bu konuda haklıdır” diyemiyor, % 100 haklı olduğumuz konularda bile. Yazık. Kamuda ve emeklilere maaş ödenemez, coronadan yollarda sapır sapır ölümler başladığında, kucak açılan ne idüğü belirsiz göçmenler (arap,afgan,afrikalı,suriyeli…vs) eşkiyalıkta zirveye ulaşıp hırsız girmemiş ev, çalınmamış araba kalmadığında iş işten geçmiş olacaktır. Felaket tellalı mı dediniz; siz korkmuyor musunuz geleceğinizden?

    • Yahya bey tc vatandaşları değil de bitek göçmenler mi suç işliyor? Yabancı karşıtı nefret söyleminizi kınıyorum; başka ülkelere gidiyor dediğiniz iyi yetişmiş vatandaşlarımıza da yabancılar bu sizin yaptığınız gibi faşistçe saldırıyorlar! Dini değil de dinsizliği esas alanların ağzına bakınca yine de softanın esasları yeğdir diyor insan…

  2. Günümüz Fetö kaçkınları da kader diyorsunuz.
    Şu 1$ da kader mi acaba?
    Papazın kirli atlet hediyesini koklamak da bu kaderde unutulmamış.
    Hele bir paşanın,marangoz abisinden emir alması ise akılla açıklanamayacağından tabii ki kaderdir.

  3. Bilmediğim yerden sordunuz, Sn. Mim. Beşikçi’yi ve çalışmalarını bilmiyorum. Araştırıp bulduğunu (her ne ise o) söyleyip paylaşan, bu açıdan tutarlı, övgüyü hak eden bir akademisyen gibi duruyor. Ama, bir “aydın” olduğundan ya da olabileceğinden fena halde kuşkuluyum.

    Tek bir makalesini okudum. Youtube’da sadece üç beş dakika katlanabildiğim bir konferans videosuna tıklamışlığım da vardır. Tribünlerin dolduruşuna geliyor olduğunu düşündüm.

    Yazıp söyledikleriniz Kürt milliyetçiliğinin işine yarayabilir. Bu yüzden kimse sizi kınamamalıdır. Ama, o söylediklerinizin ötesine geçerek başka şeyler de söylemiyorsanız, örneğin bu çağda ve bu koşullarda, Kürtlere dönüp milliyetçiliğin ne büyük belalara yol açtığını söyleyip hatırlatmıyorsanız, ya da PKK ile devlet arasındaki kan kardeşliğine işaret etmiyorsanız, sık sık konuşmacı olarak oradan buradan davet alırsınız belki, ama, “aydın” sıfatını hak eden biri olma şansını o oranda yitirirsiniz.

    Gerçekten bilgi sahibi olmadan çok şey söylemek doğru olmaz. “Tribün efekti” dediğim şeyden muzdarip görünüyor. İzlenim ve önyargım budur.

    İhsan Eliaçık, örneğin, o “trübün efekti”nin talihsiz bir kurbanı. Parlatıp büyük göstermeye, önemli kılmaya çalıştığı üç beş genç gurubu dışında, bütün sevip alkışlayanları silme hard core laikler ve ondan türemiş sosyalistler.

    Eliaçık, bir CHP il teşkilatının konferansından diğerine koşturup kendisini paralıyor “Sen ne güzel bir abisin böyle!” heyecan ve sevinçlerine tanık olabilmek için.

    “Aydın”, kendi mahallesini dönüştüren, o mahallede insanların önüne yeni yaklaşımlar koyup ufuk açan insan benim için. Diğer mahallerde patlatılan alkış tufanının büyüsüne kapılıp giderseniz, yalnız kalmazsınız. Şu veya bu kalabalıkta bir insan kümesi mutlaka bulunur, bulursunuz. Bunun kıymet-i harbiyesi nedir? Tartışmaya açık -çok açık. Bence, yalnız kalmışlık hali göze alınmalı, yol açtığı hüzünle başa çıkmanın yolları bulunmalı.

    Sıradan bir ölümlü olarak haddime değil, zaten öyle bir şansım da yok. Ama, Dücane Cündioğlu ile karşılaşmış olsam son yıllarda, “Aman dikkat, çok dikkat!” derdim. . .

    • İsmail Beşikçi Kürt meselesinde Abdullah Öcalan’dan da ileri bir yerde duruyor. Türk devleti ile hiçbir şekilde uzlaşmayın diyor. Mutlaka bağımsız veya bu olamıyorsa önce federal devlet için ısrar edin diyor. Bunun da yolunun Kürtçe eğitimden geçtiğini ve bu konuda taviz verilmemesini söylüyor. (Aslında Öcalan da bu görüşte!)
      Siz de yorumlarınızda tek dil-devlet kavramına karşı çıkmanız ve Kürtçe eğitim üzerinde ısrarla durduğunuz için bu soruyu sormuştum. Tabi ki bu görüşe ulaşmak için İsmail Beşikçi’den feyz! almanız gerekmiyor, başka kaynaklardan ve düşünerek de bu sonuca varmış olabilirsiniz.

      • İsmail Beşikçi ile Öcalan arasında bir fark var: Birincisi, aklı bir karış havada, kafası gerçekten işlemeyen sosyalistlerle düşüp kalkan bir akademisyen. Saf ve kafası işlemediği için, Türkiye’den ayrılıp devlet kurmaları halinde, Kürtlerin Kemalist devletin hık deyip burnundan düşeceği kesin olan Baasçı bir zulüm devleti altında, kendilerini o devlete reis atayacak PKK şeflerinin sopası altında her gün cıyak cıyak bağırttırılacaklarını göremiyor. Bereket versin, Kürtlerin bunlara dönüp baktığı yok.

        Öcalan ise, şapkadan ne çıkaracağını hiçbirimizin önceden kesin olarak bilip kestiremediği Türk derin devletiyle iş tutmanın bedelini ağır ödeyen bir ruh hastası. Derin devlet bu, boru değil. “Vay, seni gidi mayfa bozuntusu seni!” der, koyar Çakıcı’yı zindana. Günü gelir, zindandan çıkardığı gibi Bahçeli’nin ofisinde, Erdoğan’ın Saray’ında ağırlar.

        Derin devletle iş tutanların yarın başına neler geleceğini kimse bilemez. Koyarlar Kenya’da bir helikoptere, şaşkınlıktan yüzü gözü dağılmış halde, “Benim Anam Türktür. Devletimi severim” diye bir şeyler kekeletirler. Sonra, o da gerekirse ve ömür vefa ederse elbette, Bahçeli’ye çıkarttırıp yine oratlığa salarlar.

        Çıkarttıkları yere kimi sokacaklarını da bilse bilse Allah bilir.

      • türkiyedeki kürtler ülkenin her vilayetine dağılmış ve ülkenin tamamı bizim duygusuyla yaşıyorlar.HDP ‘de bu duyguya sahip. ayrılıkçı düşünceye sahip olanlar münferit kişiler. kitlesel bir hareket değil.

        ancak Vatan p.- MHP-AKP üçlüsünün uygulamaları kürtler arasında var olan bu münferit ayrılıkçı düşünceleri büyütüyor. bunu herkes gözlemleyebilir. yani bu üç parti normalde kitlesellik arzetmeyen bölücü düşünceyi kitlesel bir harekete dönüştürmek için elinden geleni yapıyor.

        • HDP’deki birlikçi zihniyet yeni herhalde. Daha birkaç yıl öncesine kadar 2 başbakan 2 meclis demiyorlar mıydı?

  4. Hocam, bu gün bana göre gerçekten harika bir konuyu gündeme almışsınız ancak maalesef enine boyuna ve geniş kapsamda değil , oldukça yüzeysel olarak şöyle kıyısından köşesinden dokunmuşsunuz ! Haklısınız , bir köşe yazısının içine böylesi geniş bir konuyu sığdırmak mümkün değil ; inşallah ilerde bunları ayrı ayrı ve daha geniş kapsamlı olarak ele alırsınız . Evet, ne yazık ki insanlık tarihi ; sadece savaşlarda öldürülen 4 milyar insanla değil , zulümlerle , işkencelerle , suikastlarla, idamlarla vs. katledilen nice nice masum insanlarla insanlık için adeta bir yüzkarasıdır ! Siz haklı olarak yer darlığından dolayı bunları konu dışında tutmuşsunuz , olabilir , inşallah bunlara da bir gün sıra gelir .Tabii ki sürgün , kaçak ve kaçkınlar da sadece yazıda adı geçenlerden ibaret değildir ; Osmanlı dönemine hiç girmezsek Atatürk döneminden başlar, 27 Mayıs,12 Mart müdahalesi, 12 Eylül , 28 Şubat ve nihayet 15 Temmuzla devam edip bu günlere gelir dayanır ! Yazıyı da bağlarken ‘ Ne yapalım , ülkemizin kaderi bu ‘ demişsiniz ; bu çok tartışmalı bir konudur !
    Ben şahsen bunu asla ülkenin kaderi olarak kabul etmiyorum ve bence doğru da değildir ! Bize bu kaderi yaşatanlar her zaman dediğim gibi bu güne kadar gelmiş geçmiş bütün yöneticiler , münhasıran da siyasetçilerdir . Ve ne hazindir ki ne dünyada ve ne de ülkemizde , bütün bu olup bitenlerden hiç kimse ibret ve ders almıyor ! Yazıma son verirken , arkadaşlardan mazur görmelerini rica ederek bir anımı paylaşmak istiyorum : Ben !984 -1986 arasında Kıbrıs Türk Barış Kuvvetlerinde görev yaptım .Orda iki sene boyunca birTürk köyünde ve kendi birliğim içinde bulundum .Buna rağmen öylesine dayanılmaz bir vatan hasreti yaşadım ki dönüşte Mersine ayak basınca yeri öptüm ve ağlamamak için kendimi zor tuttum ! Rabbim kimseyi vatansız bırakmasın ! Herkese selam ve saygılar.

  5. Rivayet o ki;
    Tarihin en sömürgeci ülkesi, sömürge valilerine verdiği derste;
    Gittikleri ülkenin vatandaşlarının risk ve tehlike durumu için sadece ekonomik göstergeye bakmalarını söylermiş:
    1-En zenginler: Hiçbir risk taşımazlar. Sadece gelirlerinin ve malvarlıklarının korunması derdindedirler. Bastırırsın parayı istediğini yaptırırsın.
    2-En fakirler: Hiçbir risk taşımazlar. Sadece ayakta ve hayatta kalma derdindedirler. Bastırırsın parayı istediğini yaptırırsın.
    3- Orta gelir grubu: Müthiş tehlikelidirler. Hem alt, hem de üst gelir grubunu etkileyebilirler. Fazla malları olmadığından ekonomik tehdit ve enstrümanlarla da etkileyemezsin.
    Dünya tarihinde en büyük suç “kerizi uyandırma” suçu olmuştur. Uyandırırsın kerizi, bulandırır denizi. Rahat rahat balık avlayanları mamasından edersin.

  6. Turgut Bey’e ve yorumlara göz atanlara şımarık, ukala, saygısız görünme pahasına yazmak durumundayım: Turgut Bey’in pek etkileyici bulup kalın bir tuğla olarak önümüze attığı dört metin parçasının birincisinde (“Sorumluluk üstlenmekten sakınmayalım, suçu başkasına atmayalım” tadında olanı) düşüncenin kırıntısını dahi göremiyorum. Böyle bir metin karşsında heyecana kapılıp Turgut Bey’e övgüyle karşılık vermesi dolayısıyla da Fatih Bey’i ayıplıyorum.

    “Değerli kardeşlerim, aman siz siz olun şunu ve de bunu yapmaktan sakının. Sakınmazsanız, hem siz, hem sevdikleriniz, hem de bütün bir toplum zarar görür. Yapmayalım kardeşlerim. Yapmayalım dostlarım” tadında lafları dönüp dönüp tekrarlamak iş görmüyor.

    “Yaptığınız işin sorumluluğunu üstlenmemek hem doğru değildir, hem de yetişkin insana yakışmaz.”

    Bunları geçelim, Turgut ve Fatih Beyler. Herhalde kamu yönetiminde herhangi bir ülkenin en önemli sorumluluk mevkii ekonomi ve maliyeden sorumlu bakanlıktır. Adam, “Döviz kurlarına bakmıyorum bile” diyor.

    Keşke meselemiz bundan ibaret olsa. Ne yazık ki değil. Bu ülkede yaşayan vatandaşların yarıys yakını, “Aldatıldık” deyip her işin sorumluluğundan yırtan Başkan’la onun, “Valla ben döviz kurlarına dönüp bakmıyorum bile” diyen damadının iktidarının destekçisi.

    “Sakın ha, güzel ve değerli kardeşlerim. . .” yollu nasihatların iş görmediği ortada -yoksa ortada değil mi?

    Ne ara ve NİÇİN bu kepaze duruma düştük?

    Farkında değilsiniz, ama, bu sorunun karşılığı olabilecek hiçbir şey söylemiyor, sorumluluktan kaçıyorsunuz.

    “Sakın ola asabınıza yenik düşüp insanlara incitici şeyler söylemeyin. Kalp kırmayın. . .”

    İş görmüyor, Turgut Bey: Kalp kırmak şöyle dursun, hastanelerde doktor, sağlık çalışanı dar ediyor, kafa kırıp göz çıkarıyoruz.

    Var mı iş görür bir düşünceniz, öneriniz?

    Kemalizm mi hastalık, benim gibi liboşlar mı? Devletimiz pek bir şahane de biz o şahane devletin şahaneliğinin hakkını veremeyen günhakar kullsar mıyız? Yoksa, yamukluk devlette mi?

    Var mıdır bu konuda paylaşmak istediğinix bir düşünceniz?

    “Önemli olan doğruyu, adaleti, hakkaniyeti ve hakikati öncelemektir. Ahlakı önceleyerek kendimizi şeytandan uzaklaştırabilir ve sorumluluğumuzu üstlenerek arınmayı üst seviyeye çıkarabiliriz.”

    Bunlarda da bir fikir yok. Doğruyu, adaleti, hakkaniyeti ve hakikati övüp önermeyen mi var memlekette? Solcusu da, “Ver altını imzalayayım” der, sağcısı da. Sosyalisti de, İŞİDcisi de. Bunlar üç kuruş fikri değeri olmayan lafların ard arda dizilmesinden ibaret cümleler.

    Doğru ne? Kim doğruyu temsil ediyor? Neye göre? Doğrunun tekeline sahip olma meşruiyetini nereden alıyor?

    Adalet ne? İŞİD’in adaleti mi? Stalin’in adaleti mi? M. Kemal’in adaleti mi, yoksa Erdoğan’ın adaleti mi? Adalet, Kuran’da mı? Marks’ın Kapital’inde mi? Yoksa Göktürk menkıbelerinde mi? Türk Ceza Kanunlarında mı, yoksa İsviçre medeni kanunu, Putin’in Terörle Mücadele Kanunu’nda mı?

    “Adalet de olmasın hakkineyette olmasın. İnsan insanın kurdudur. Güçlü olan kazansın, herkes bir diğerinin gözünü oysun.” diyenler var da ben mi haberdar değilim?

    İsterseniz bütün gününüzü bu lafları Eminönü’nde insanların yolunu kesip bunları söyleyerek geçirin: Faydası yok.

    Olmadığı ve olmayacağı açık.

    Çünkü ve basitçe: Bu ülkede bir asırdır adalet de yok, ahlak da yok, hakkaniyet de yok.

    Velhasılı: Aman Fatih Bey: Siz siz olun, doğrudan, adaletten, iyi ve güzelden ayrılmayın. Vallahi çok üzülür ve de çok gücenirim. 🙂

    Sadede gelelim, güzel insanlar: Şu tür ürükütücü soruların ateş saçan gözüne gözüne bakmaktan korkup tırsmayalım:

    “O olmasa olmazdık. Adımız Yorgo olurdu, Elena olurdu. Rakı değil, Uzo içerdik.” ve: “Reis olmasa çoktan batmış parçalanmıştı bu ülke. Fark var mı bunlar arasında, dostlar? Varsa ne?

    “On yılda demirağlarla ördük vatanı dört baştan.” Ve: “18 yılda duble yollarla, köprülerle ihya ettik vatanı dört baştan-hamdolsun.”

    Farkı izah edin de anlayıp değer bilelim.

    Mıısırlıoğlu’nu karşısınıza alıp doymak bilmezce tokatlamanızın da üç kuruşluk değeri yok. Bir uyanıklık ve işin kolayına kaçma teşebbüsü olarak görüp sizi kınıyorum, Turgut Bey.

    Üç kalın tuğla olarak o insana aşk ettiğiniz her şamar M. Kemalîn hanesine gol olarak yazıyorsa, ben de bulayım bir Atatürkçü meczup (ki hiç zor değil!), basayım tokatı.

    Böyle mi yapalım?

    • Boşuna uğraşmayın Bernar bey, beni kızdıramazsınız. 🙂

      – Yazdığım övgünün adresini şaşırmışsınız. Turgut Bey’in meczubun zırvalıklarını pek güzel açıkladığı yorum serisinin sonuncusuna yazdım o övgüyü.

      – Bu yorumunuzu da size yakıştıramadım, havuz medyası makalesine benzemiş.

      – Bana kalırsa, yüzde yüz mutabık olduğunuz bir fikir olsa bile siz bir bahane bulup yeni bir fraksiyon yaratırsınız. DEVA-B gibi mesela.

      • Vallahi de billahi de fraksiyon dertlerine, bunların hazlarına düşüp çirkinleşmem. Yeter ki iki şey olsun: “Nereden bilip nasıl inanacağım? Şöyle iki göbek at, ya da modern ve laik müzik eşliğinde iki fügür sergile de inanayım” demeyeceksiniz.

        Bi de, mutabık kalınmışlık halleri ‘tek dil tek millet’ ve de ‘ulusal çıkar’ ‘milli üst akıl’ falan filan etrafında olmasın.

        • İki dil iki millet ve bunun sonucu da bölünmek demektir. / Ayrıca Kürt milliyetçilerinin hak iddia ettiği toprakların yarısında, yakın geçmişte Ermeniler Kürtlerden fazlaydı. / Böyle tavizlerin sonu bir nevi Sevr’e kadar gider. / Herkesin çıkarına olan optimal çözüm Türkiye Cumhuriyeti devleti ve onun üniter yapısıdır. / Bundan gerisi ütopyadır, gerçekleşmesi ise Balkanlaşmadır.

        • Laik müzik de ne demek? Duyan da sizi sabah akşam ilahiler dinleyen biri sanacak. 🙂

      • Bernar bey. Görebildiğim kadarıyla Fatih, Mim ve Turgut beyler laik müslümanlar. Öyle dini değerlere saldırmayı modernlik sananlardan değiller kesinlikle. Fakat Mustafa Kemal, laiklik, milli/ulusal gibi değerlerden bahsedilince size bir haller oluyor. Bana kalırsa bazı modern-dinci diyebileceğimiz kesimlerin bu değerler etrafında yarattığı olumsuz düşüncelere karşı oluşan (haklı) tepkileriniz giderek maraz bir hal almış. Olumsuzu genelleştirerek tepkisel bir tavra bürünmüşsünüz.

        • Tepkilerimde kimi zaman ölçüyü kaçırdığım doğrudur, ama, maraz bir hal almış olduklarını düşünmüyorum.

          Müslümanlar, laik olmak zorunda değiller, Abdullah Bey. Ne şekilde istiyorlarsa, nasıl inanıyorlarsa, bütün ritüelleri, tekkeleri, zikirleri, kültürel ve siyasal tezahürleriyle öyle Müslüman olabilirler, olmalıdırlar da. Müslümanların kimler ve ne olduklarına onlar karar verecekler. Herkes de saygıyla karşılayacak. Çünkü herkesin bir anlam ve fikir dünyası var.

          Müslümanlık ya da bir başka dini inanç, evle cami/kilise arasına hapsedilerek yaşanmaz. İnanan insanlar açısından, bunun kabul edilir yanı yoktur. Müslüman, devletin tanımladığı ve makbul kabul ettiği kaba girmek zorunda değildir. Siyasal tercihleri ve önerileri de olacaktır -olmalıdır da.

          Aynı şey, müşterek değerlerimizin ne olup olmadığı konusunda da aynen geçerlidir.

          Devlet, hepimiz adına, solculuğun, dindarlığın, vatanseverliğin vs. ne olduğuna karar verip bunu bize dayatamaz.

          Devlet, sürekli olarak sivil topluma müdahale ediyor, ondan nemalanan sınıf ve seçkinlerin düzeni bozulmasın diye bir ideolojiyi, bir siyaset yapış halini, bir siyasetçi tipini empoze edip dayatıyor onyıllardır.

          Bir tane sivil anayasa yapamamış, ama ihale kanununu üç yılda beş yüz bilmem kaç kez değiştirebilmiş bir devletin çocukları olduğumuzu da, hiç değilse zaman zaman hatırlayıp hatırlatalım.

          Devletin sivil topluma müdahalesini kıramadığımız için, bir asırdır ne sorunlar yaşamış isek, aynı sorunlarla yaşayıp gideceğiz.

          Devlet bizi şeriatçılar, Kürtler, gayrı-milli bozguncular olarak bizi bizle bıraksın.

          Çekilsin artık aradan.

          Dolara baksın, eğtim, üretim üzerine kafa yorsun, ulusal gelirin biraz hakça paylaşıldığı bir mekanizma kursun, herkesten geliri ve zenginliği ölçüsünde vergi toplasın vs.

          Evet, artık, hiç değilse bir tam asır sonra, çekilsin aradan devlet.

          Biz tanışmak istiyoruz.

          Tezgah üstüne tezgah çekerek tanışmamızı engellemesin.

          Bize birbirimiz hakkında anlatılanların ne kadar doğru ya da yanlış olduğunu tanışarak, konuşarak görmek istiyoruz artık.

          Biz birbirimizle tanışır, birbirimizin ölçüsüzlüklerini törpüler, birlikte ve insanca yaşamanın yolunu buluruz. Mutlaka buluruz, çünkü, hiçbirimiz bela aramıyoruz, birbirimize bela olmak için tanışalım istemiyoruz. Konuşmak için tanışmak istiyoruz.

          Şuraya gelip yazan bir tane Kürt yok.

          Kibirli ve makbul arkadaşlar, Kürtlerin ne olduğunu, neyin peşinde olduğunu, ne istediklerini Kürtlerden iyi biliyorlar, birbirirleriyle yarışırcasına gelip hepimize anlatıyorlar.

          Aynı şey Gülen Cemaati için de geçerli, dindarlar için de geçerli.

          Fatih Bey, “Atatürk, acı ilacı içirdi, iyi yaptı, zaten yapmak zorundaydı” diyor. Bu, ölçüsüz bir kibir, tam bir maraz halidir.

          Yetmezmiş gibi, artık Yotube’daki videolarını dindarların değil, kendisini filozof olarak göklere çıkaran laiklerin tıkladığı Dücane Cündioğlu üzerinden insan hayatlarını leblebiye indirgeyen o sefil ve gaddar bakış açısına meşruluk arıyor.

          Hepimizin zihnini, kalbini avucunun içinde sanan, bizi bizden iyi bilen, devletin makbul ve kibirli vatandaşları var. Kime acı ilacın içirileceğine, kimin partisinin kapatılacağına, kimin ‘doğru’ Müslüman olabileceğine her şeye, ama her şeye onlar karar veriyorlar.

          Maraz hal almış şeyleri bence yanlış yerde arıyorsunuz.

        • laik müslüman olmaz, laik insan da olmaz. binaenaleyh, laiklik kişilerle ilgili bir kavram değil. laiklik tamamen devlet ile alakalı bir kavram. devletler laik olur, kişiler laik olamaz.

    • Sağolasın bernar hocam da vaktiyle bu elemanları hep sen başımıza çıkardın; kendin süpür artık…

    • Yazıyı çok beğendim, tuğla betimlemesi de cuk diye oturmuş, şimdi medfun bir meczub üzerinden yapılan eleştiriler de yerinde, Michelin 3 yıldız tadında bir yazı.

  7. Bu ülkenin en zekileri yıllardır ya doktor olmaya ya da mühendis olmaya yönlendirilir.
    “Beni ne doktorlar mühendisler istedi de varmadım” darbı meselide bunu gayet iyi özetler zaten.
    Ama Sultan Ahmet İktisadi ve Ticari İlimler Akademisine zar zor girenler (orayı da bitirdikleri şüpheli) ülkeyi yönetiyor.
    Çünkü doktor ya da mühendis olamayacaklar olabilirse hukukçu, siyasalcı, iktisatçı,maliyeci veya eğitimci olur bu ülkede.
    Hiçbir şey olamayanlar da siyasetçi….
    Eh hiçbir şey olamayanlar siyasetçi olunca…
    Doktor mühendis yurtdışına kaçmasın da ne yapsın?

  8. Günümüzde en büyük suç iktidarları eleştirmek yaptığı yanlışları söylemek olmuş.Birçok ülkede durum böyle.Birçok suç için kesin delil şartı aranıp tutuksuz yargılama veya şartlı tahliye olunabiliyorken iş hükümeti eleştirmeye gelince sizden daha büyük katil terörist vatan haini yoktur. İktidardakiler diğer tüm suçlara musamahalı davranırken kendilerini eleştirenleri asla affetmezler artık karşınızda polisiyle savcısıyla hakimiyle intikam duygusu bütün benliğini sarmış kişiler vardır

    • Vegan arkadaşım iktidardan önce kendi oy verdiğin partini eleştir; niye seçim kazanamıyorsunuz diye! Ondan sonra vakit bulursan başkasının iktidarını da eleştirirsin!

  9. Hayatta en kolay şey nedir diye sorulsa: cevabı; ‘başkasını suçlamak’ olacaktır.
     Kişinin kendi vicdanını kanırtan sorundan kurtulmanın biricik yoludur: başkasını eleştirerek sorumluluktan kaçınmak…  
    Bu durumun iki veçhesi vardır:
     Birincisi, birinci hedef olarak başkasını işaret ederek öfkesini dışa vurmak ve başka öfkelerin adresini erkenden belirlemek, böylece de sorumluluğunu gizlemektir.
    İkincisi ise; suçlu olduğunu bilerek kendi suçunu ört bas etmek ve böylece üzerine düşebilecek sorumluluktan kaçınma adına peşinen başkalarına suçu yüklemek ve böylece hem kendi vicdanına ve hem de başka vicdanlara karşı kendi masuniyetini ilan etme girişimidir.
    Birinci durumda psikolojik vasatı rahat değildir. Bir suçluluk duygusu sürekli peşini bırakmaz ve onu rahatsız eder.
    Birinci durum için birçok farklı etkenlerden bahsedebiliriz. Ancak neredeyse bütün etkenlerin ortak özelliği genel itibarı ile kendiliğinden gelişmesi ve bu kendiliğinden gelişmeden sonra kendine olan güvenini kaybederek itibar kaybını göze alamamasıdır.
    İkinci durumda ise kişi, yaptığı işin bilincinde olarak hareket etmektedir. Onun psikolojik zemininde yaptığı işin meşruiyeti vardır.
    Muhakkak kendine ait sebepler üretmiş ve kendini ikna etmiştir. Sert ve kaba biçimde başkasını suçlaması ise kendi sorumluluğunu gözlerden uzaklaştırarak kendini gizlemektir. Yaptığı işin neye mal olduğunu bilmekte ve sonucu ise başkasına pazarlamaktadır.
    O yüzden kendisi masum, başkası ise hep suçludur. Tedavisi olmayan yegâne hastalık gibidir. Bu durumu tedavi ancak şok tedavi yöntemiyle gerçekleşebilir.Yıpratıcı, yıkıcı, yorucu, olumsuz yönlendirici, tiksindirici, bağımlılaştırıcı, kötücül ve giderilemez sonuçlara gebe bir durumu oluşturan bu durum, fesadın toplumsallaşmasına zemin olur…
    Hangi şart veya gerekçe ile olursa olsun, suçu dışarıda arama çabası onu şeytana yakın kılmaktan başka sonuç üretmeyecektir.
    Önemli olan doğruyu, adaleti, hakkaniyeti ve hakikati öncelemektir. Ahlakı önceleyerek kendimizi şeytandan uzaklaştırabilir ve sorumluluğumuzu üstlenerek arınmayı üst seviyeye çıkarabiliriz. O zaman bize kolay olan kolaylaşacaktır. Ama başkalarını suçlamaya devam ettiğimizde kendimize yabancılaşarak zor olanı kolaylaştırdığımızı da bilmeliyiz…
    Kaynak:Kolaya Kaçış: Suçu başkasında arama/Abdülaziz Tantik.
    Saygılar.

    • Sayın ertav, suçu başkasında değil de kendisinde arayan zaten suçludur, öyle değil mi?

  10. Yazarımız dan Allah razı olsun. Bugün de bedava yolculuğa çıkardı, geri getirdi.
    Bir milli mücadeleyi KALEMİYLE desteklemedikleri için sürgüne gönderilenler,
    İki: şarkı söylerken ben bir çınar ağacının altında yım dediği için yurda geçemeyenler,
    Üç:suikast!.. Aman Yarabbi.
    Günümüzde bile gazeteciler aynı şeylerle karşılaşıyorlar. Ne kalemmis be arkadaş? Fosforlu mu acaba? (Çocukken fosforlu kalemleri sihirli kalem diye nitelerdik).
    Jeymis bond filimlerinde kalemlerin içine kurşun koyup ateş etmek, vay be..
    Günümüzde herşey farklı galiba bir ilinti kuramadım, aynı yolun yolcuları, farklı hesaplar, filmin bir kısmı kesilmiş, egitim kültür eksik, kitaplar pahalı, internet hiç sorma, benden buraya kadar.

  11. 4-Mısıroğlu, Atatürk ve Millî Mücadele aleyhindeki açıklamaları dışında örneğin Karl Marx’ın bir cinnî olduğunu ve Das Kapital’i cinlere yazdırdığını;[20] Stalin’in II. Dünya Savaşı sırasında kumlara Ayet el-Kürsi okutup Alman ordusunun üzerine serptirdiğini;[21] bir arkadaşına Atatürk’ün ruhunu çağırtıp onunla konuştuğunu;[22] Temmuz 2016’daki bir televizyon röportajında, Shakespeare’in gerçekte İngiliz olmadığını, “Şeyh Pir” adında gizli bir Müslüman olduğunu iddia ettiği açıklamalarıyla da gündeme gelmiştir.[8][23Kaynak:Vikipedi.Vikipedi alıntıları için 23 kaynak göstermiştir.İlgili web sitesinden araştırabilirsiniz.
    Alıntı 2)Beyaz TV’de yayınlanan “Ramazan Sohbetleri” programında katılan Mısıroğlu, şu iddialarda bulundu:
    “Shakespeare 500 sene önce yaşamıştır. Shakespeare İngiliz değildir.“Ne önce, ne de sonra; İngiltere’ye Shakespeare adında bir adam gelmemiştir. Shakespeare’in aslı Şeyh Pir’dir. Gizli müslümandır.”Kaynak:cnnturk.com
    Alıntı 3) için bilgi var, ama kaynak kapalı giremedim.Kadir Mısırlıoğlu,Atatürk ün ruhunu çağırma seansı yapmış.
    Saygılar.

    • Turgut bey elinize sağlık. Türkiye’deki bir zihniyeti çok güzel ortaya koymuşsunuz. Tabi ki bir kişinin meczup oluşu önemli değil, önemli olan bu meczubu manevi büyük görenlerin ülkeyi yönetiyor olmasıdır. İşte esas ‘Beka’ sorunu budur.

      • Bir asır sonra gelip geleceğimiz yer bu idiyse, devrimleri neden yapıldı, laiklik yaygarası koparıldı, Fatih Bey?

        Ülkeyi yönetenler, Yüksek Seçim Kurulu tarafından İŞİD’in İdlib kamplarına yerleştirlimiş seçim sandıklarında mı seçiliyor 19 yıldır?

        Bir asır sonra geldiğimiz nokta bu türden bir beka sorunu ise, iş harbiden de yaş görünüyor 😉

        • 2002-2011 AKP’si fena değildi. Hatta A.Gül’ün Cumhurbaşkanı olduğu 2014’e kadar da idare etti. Büyük sorunu 6 yıldır yaşıyoruz, en çok 7 yıl sürecek. Olacak o kadar. 🙂

      • Sayın fkt, hocanızın iyi veya kötü huylu cinleri artık yönetimde değiller; o yönden müsterih olunuz…

  12. 3-Mısıroğlu Mustafa Kemal Atatürk ve Millî Mücadele aleyhindeki ifadeleri ve sosyal medya paylaşımları nedeniyle tartışma konusu olmaktaydı. “Mustafa Kemal’in hilafeti yıkmak üzere İngiltere ile anlaşması sonucu Anadolu Yunan işgaline uğramıştı!”[11] ve “Keşke Yunan galip gelseydi, ne hilafet yıkılırdı ne şeriat kaldırılırdı!”[12][13] gibi sözlerinin yanı sıra “Şeriat gelsin de isterse Türkiye batsın, ben razıyım!”[14] demesi ve “Amerika’nın ihtiyacı petrole, benim de ihtiyacım tarihi müesseselerime dönmeye. Bu menfaati mükavelinde bana yardımcı oluyorsa ‘Allah razı olsun’ derim. Ya Amerika’nın desteğiyle gelen, Amerikan kuklası bir halife gelse?.. Gelsin de kim gelirse gelsin! Hilafeti geri getirelim. Bunun ispatı nedir, bu iş için Clinton zamanında çalışan heyetten bana da teklif geldi; ‘Bu iş nasıl gerçekleşir.’ Ben durup dururken bu raporu yazmadım ya!”[15][16] demesi, Selahaddin Eyyubi için hayvan oğlu hayvan ve şerefsiz demesi[17] ve Mehmet Âkif Ersoy için “Yunan ile öç için mi dövüştün? Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl diyorsun İstiklâl Marşı’nda. Bunları hiç düşünmemişler. Seksen sene sonra Yunan’ı hâlâ Sakarya’da mı vehmediyorsun da ‘Korkma!’ diye başlatıyorsun. Niye korkacağım lan, dünya benden korksun demesi tepki çekmiştir.

  13. 2-1977 Türkiye genel seçimlerinde genel başkanlığını Necmettin Erbakan’ın üstlendiği Millî Selamet Partisi’nden (MSP) Trabzon Türkiye Büyük Millet Meclisi milletvekili adayı oldu ancak seçimleri kaybetti. Ertesi yıl aynı partinin İstanbul’dan Senato adayı oldu fakat giremedi. 1978 yılında MSP Genel İdare Kurulu’na seçildi. 12 Eylül Darbesi ile MSP kapatıldı ve parti yöneticileri tutuklandı. Mısıroğlu ise Almanya’ya kaçtı. Bir süre sonra ailesini de Frankfurt’a getirtti.[6] Almanya’da Müslümanlardan topladığı para ile sucuk fabrikası sahibi oldu. Almanya’daki Türk işçilere lebiderya arsa diye İstanbul’da denize kilometrelerce uzak arsalar sattı. “Türkiye’ye dönemeyeceğim, dönersem hapse girerim,” diyerek gurbetçilerden 50 bin Alman markı topladı.[3]
    1983 yılı başlarında gazete, radyo ve televizyon anonslarıyla Türkiye’ye dönmeye davet edilen Kadir Mısıroğlu, bu çağrılara yanıt vermedi ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarıldı. Ailesi ile birlikte İngiltere’ye iltica etti. İngiltere’nin ailesine oturma izni vermemesi üzerine Almanya’ya döndü.
    1991 yılında çıkarılan “Terör Kanunu” ile Türk Ceza Kanunu’ndan 163. madde çıkarılınca Türkiye’ye döndü.[2][kaynak güvenilir mi?] Osmanlılar İlim ve İrfan Vakfı’nda cumartesi günleri “Cumartesi Sohbetleri” başlığıyla sohbetler veren Mısıroğlu, dinleyicilerden gelen tarih, siyaset, din, edebiyat ve gündemle ilgili soruları cevaplandırmaktaydı.[7] Ayrıca 2016 yılının Ramazan ayı boyunca Beyaz TV’de yayınlanan Ramazan Sohbetleri programına katılmıştır.[8]

  14. Sürgünlerden İlticalara Bir Bakış:
    1-Sayın yazar sürgünden bahsetmiş.Ben Ülkeden kaçıp İngiltere ye iltica eden AKP nin ağabeysi, akıl hocası ve teorisyeni Kadir Mısırlıoğlu hakkındaki alıntılarımı duyuracağım.Kadir Mısırlıoğlu nu tarihçi diyorlar.Onun tarih ilmi tahsili yok.Sadece bazı araştırmaları var.O araştırmaları da yabancı ve tarafsız kaynaklardan değil.Sadece Osmanlı hayranı tarihçilerin kitaplarındandır.Türk tarihini sadece Osmanlının 2.Abdulhamit dönemi ve Vahdeddin dönemi olarak ele alır.Gerisini, hele TC.İnkilâp Tarihini yok sayar.Koyu Osmanlı taraftarıdır.Müslüman ve Osmanlıcılık sembolünün fes giymek olduğunu savunur.
    Alıntı 1)
    Kadir Mısıroğlu (24 Ocak 1933, Akçaabat – 9 Mayıs 2019, İstanbul), Türk yazar, avukat ve gazeteci.
    1964’te Sebil adlı yayınevini kuran ve Sebil dergisini çıkaran Mısıroğlu, altmıştan fazla kitap yayımlamıştır.[1] Atatürk aleyhtarlığıyla tanınan ve hakaret içeren yayınları ve konuşmaları nedeniyle hakkında pek çok dava açılan ve hapis cezası alan Mısıroğlu, 1974 yılında çıkarılan genel af ile serbest kaldı ve siyasete atılarak Millî Selamet Partisi’ne girdi. 12 Eylül Darbesi’nden sonra yurt dışına gitti. 1983 yılında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarıldı ve İngiltere’ye iltica etti. 1991’de Türkiye’ye döndü. 5 Mayıs 2019’da tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti.
    1962 yılında Asya Turizm şirketi ile binlerce kişiyi deniz yoluyla hacca götürmeye teşebbüs etti. Yolda 80 kişiden fazla hacı adayı hayatını kaybetti. Sağ kalanları da, Hicaz’da, paralarını vermeden bırakıp kaçtı. Bu olay mağdurların İslamcı bir yayın olan Taraf dergisinde “İtlerden bir it” diyerek yaptıkları açıklamayla kamuoyuna duyuruldu.[
    1970 yılının Ocak ayında Millî Türk Talebe Birliği’nde Harf Devrimi ile alakalı verdiği bir konferanstaki sözleri nedeniyle de hakkında dava açıldı, yedi yıl hapis cezası aldı. Eskişehir Sivil Cezaevi ve İstanbul Sağmalcılar Cezaevi’nin ardından Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde yattı ve daha sonra Cerrahpaşa Tip Fakültesi Psikiyatri Kliniği’nden rapor aldı. 1974 yılında serbest kaldı, “Lozan Zafer mi, Hezimet mi?” kitabı ile ilgili dava da bu af ile karara varılmadan düştü.

  15. Sayın yazarın bahsettiği 700 doktor ve benzerleri khklı fetö üyeleridir, yurtdışına kaçabilmiş olanlar oralarda bi iş tutturmak için diploma denklik işlemleri peşinde koşuyorlardı en son…
    Yine bol maaşlı mühendislerimizin yarı fiyatına hatta bedavaya ama kıytırık bir avrupa ülkesine kapağı atmaya çalıştıklarını da biliyorum; sorun geçim derdi değilse değirmenin suyu nerden geliyor ki?

Yoruma kapalı.